Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -
      Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -

Uluslararası ilişkilerde İran, Suudi Arabistan ve Türkiye

Uluslararası ilişkilerde İran, Suudi Arabistan ve Türkiye

P

Ümit Yazıcıoğlu

 

Uluslararası siyasette bir güç boşluğu, istikrarsızlığa işaret ediyor. Bunun nedeni, boş alanın kaçınılmaz olarak diğer güçlerle doldurulmasıdır ve bu süreçte genellikle çatışmalar ortaya çıkar. ABD'nin çıkışıyla iç içe geçmiş Ortadoğu şu anda böyle görünüyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 70 yıl boyunca Ortadoğu'ya hâkim olan güç merkezi Amerika Birleşik Devletleri idi. ABD, Çin'i kontrol altına almak için ağırlık merkezini Asya'ya kaydırmaya başlayınca, Orta Doğu'da hegemonya mücadelesi yoğunlaştı. Orta Doğu’da demokrasi sorunsalı yıllardır tartışılan konuların başında gelmektedir. Orta Doğu’ya dair yapılan analizlerin çoğunda gelişemeyen demokrasi kültürü bölgede cereyan eden çatışmaların/savaşların/krizlerin temel faktörü olarak görülmektedir. 

 

Suudi Arabistan ve İran arasındaki çatışma buna bir örnektir. İki ülkenin farklı dilleri ve etnik kökenleri var. İslam'a inanıyorlar, ancak farklı mezhepleri var. Suudi Arabistan, Arap Sünnilerinin geleneksel doktrini olan Selefiliğe dayanmaktadır. İnatçı ve muhafazakâr Kabile kültürüyle birleşen mutlak monarşi sisteminin arka planını oluşturur. Öte yandan İran, Şii devrimci ideolojisine dayalı bir İslami ruhban yönetimi sistemi öne sürüyor. Cumhuriyetçi bir sistemi benimsiyor görünümü vardır ve seçimler yapılır, ancak dini lider neredeyse mutlak güçtür ve bu gücü hep  kullanır.

 

Uluslararası siyasi arenadaki konumları belirgin şekilde farklıdır. Suudi Arabistan geleneksel Amerikan yanlısı bir ülkedir. Şimdiye kadar ABD'nin gücüne güvenerek rahat yaşadılar. İstikrarlı bir petrol ve yağ tedariği sağlamak için güvenlikleri garanti edilmiştir. 1950'lerin ortalarından beri Ortadoğu'da askeri darbe moda oldu, ancak petrol üreticisi bir ülke olan Suudi Arabistan kadar güvenli değil.  Darbeler ve güvenlik Amerika sayesinde oldu. Dolayısıyla ABD'nin yokluğu Suudi Arabistan için bir krizdir. Amerika'yı Ortadoğu'ya itmemiz ya da başka bir yaşam yolu bulmamız gereken an geliyor. İşte bu noktada Suudi Arabistan'ın 'statüko' konusundaki endişeleri derinleşiyor. Uluslararası aktörlerin Mısır ordusu ile doğrudan kurduğu ilişkiler ordunun ülkede ekonomiden siyasete tüm politikaları kontrol eden bir kartele dönüşmesine neden olmuştur. Ordunun ülke yönetimindeki kontrolünün bitti denildiği bir noktada demokratik seçimlerle Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi, askeri darbe ile iktidardan indirilmiştir.

 

İran, Suudi Arabistan'ın tersini yaptı. 1979'daki İslam Devrimi'nden sonra Amerikan karşıtı bir devlet haline geldi. 52 ABD büyükelçiliği rehinesinin 444 gün gözaltında tutulması hala canlı. İran, devrimini Ortadoğu'nun çeşitli bölgelerine ihraç etmeyi ulusal bir politika haline getirdi. Durumu tersine çevirmeye çalışanlar onlar açısından 'revizyonist' güçlerin temsilcisidir. İran, uluslararası toplumla nükleer üretme konusuyla ilgili müzakereler yürütüyor. Suudi Arabistan, İran'ın sırtında. İran'ın İslam devrimi, monarşinin istikrarını sarsıyor. İran komşu ülkelere sızdığında ve Şii dayanışmasıyla Suudi Arabistan'a baskı yaptığında, Suudi Arabistan Sünni ülkeleri merkez alan bir tepki cephesi yarattı. Irak, Suriye, Lübnan (Hizbullah) ve Yemen (Husi isyancıları) İran yanlısı bir Şii kuşağı oluşturduğunda, Suudi Arabistan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Ürdün, Mısır ve Sudan gibi Sünni eksenlerle karşılık verdi. Bu mezhepler arası bir çatışmaydı. Amerikan yanlısı ve Amerikan karşıtlığının bir temsilcisi olan Suudi Arabistan ve İran arasındaki kampın yapısı, Ortadoğu'yu anlamanın uzun süredir devam eden bir yöntemi olmuştur.

 

Burada başka bir rakip dikkat çekiyor, oda Türkiye.

 

Türkiye Laik bir cumhuriyettir. “Laiklik” çağdaş demokrasilerin ön koşuludur. Batı, yaklaşık dört yüzyıl süren kanlı bir mücadeleden sonra laik devlet düzenine kavuşmuştur. Eski Yunancadaki “Laikus” sıfatından kaynağını alan “laiklik” anlayışı, bugünkü Batı’da “secularism” sözcüğü ile ifade edilmektedir. Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin bir yapı taşıdır. Devrim süresince ardışık aşamalar sonucunda gelişimini tamamlamıştır. Bugün dünyada, elli yedi Müslüman ülke içerisinde laik devlet düzenine sahip olan tek ülke Türkiye’dir, fakat etnik sorunları vardır.

 

Ayrıca Türkiye, uzun süredir Avrupalı olduğunu iddia ediyor. Bir NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) müttefiki olarak Türkiye Sovyetler Birliği ile yarım asır ön planda karşı karşıya kaldı. Türkiye’nin NATO üyeliğini klasik “Sovyet tehdidi”, “Batılılaşma” ve “ideolojik savaş” kategorilerinin ötesindedir. Dünya konjonktürüne uyum sağlamak ve uluslararası sistemde kendine yer edinerek yalnız kalmamak Türkiye’de devlet geleneği olagelmiştir. Sonuçta bu siyaset ancak 20. yüzyılın ortasında NATO ittifakıyla somutlaşmıştır. Türkiye NATO ya en fazla katkı sunan müttefiklerden birisidir. Türkiye’nin NATO içindeki görüşmelerde ve karar süreçlerinde kendi ulusal çıkarlarını ön plana çıkararak daha fazla sorgulayıcı ve eleştirel bir tutum içinde girmiş olması, ittifakın varlığını sorgulamaktan ziyade ittifakın politikalarına şekil verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Güç yapılarının biçimleri, hukuk sistemleri ve devlet kurumları da Avrupa'ya uyum sağlamaya çalışıyor. Ancak Avrupa Birliği'ne katılımdaki gecikme hayal kırıklığını artırdı. 11 Eylül terör saldırılarından sonra, Avrupa'da İslam karşıtı duygular yayılıyor.

 

2002'de iktidara Müslüman muhafazakar kimliğiyle tanınan dindar Erdoğan hükümeti geldi ve halen bu hükümet ülkeyi idare ediyor.  2002’den sonra Türkiye yön değiştirerek Ortadoğu'daki varlığını artırmaya başladı. Türkiye’nin önceliği siyasi, diplomatik ve askeri yalnızlıktan kurtulmak, dolayısıyla bu amacı gerçekleştirirken iktisadi kalkınmayı da amacın içinde konumlandırmaktır. İkincisi, tarihten ders çıkarmanın (learning theory) mirası devletlerin savaş sonralarında ittifak yapmaları veya ittifak dışı kalma seçeneklerinin savaş sırasında yaşanan tecrübelerine dayandığını göstermektedir.

 

Ortadoğu'da Suudi Arabistan Sünnilerin merkezi, İran ise Şiilerin lideri ve her birinin bölgede kendi vekil güçleri var. Öte yandan 20 yıl önce Erdoğan hükümetinin gelişiyle Ortadoğu'ya geç giren Türkiye, her ülkenin kamuoyuna nüfuz etti. İnatçı dini ideolojiye takıntılı Suudi Arabistan veya radikal bir devrimin gölgesinin hala kalın olduğu İran'dan ziyade, Avrupa'ya benzeyen ve İslami gelenekleri koruyan Türkiye'ye hayran olan birkaç kişi vardı. Özellikle 'Arap Baharı'nın hemen ardından Türkiye'nin durumu çok büyüktü.

 

Yasemin Devrimi'ni yaşayan Ortadoğu ülkelerinin halkları, Erdoğan'ın o dönemde liderleri olmasını dilediklerini açıkça dile getirdiler. Ancak Türkiye'nin İslami faaliyetleri yoğunlaştıkça ve Erdoğan'ın otoriter eğilimleri olduğu iddiaları arttıkça olumsuz değişimler ortaya çıktı. Özellikle İslami radikal bir siyasi grup olan Müslüman Kardeşler ‘in Katar'la birlikte koruyucusu olarak görev alınması bölgede Türkiye acısından memnuniyetsizliğe neden oldu. Bunun nedeni, Mısırda hükümeti devirmeye çalışan tehlikeli bir grubu manipüle ederek bölgede artan etkisi olarak algılanmasıdır.

 

Türkiye'nin siyasi hamleleri acımasızdı. Katar'da askeri üs kurdu ve Körfez'de ilerledi. Ayrıca, sadece Arap Denizi ve Somali sularında değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika'da Libya'da da etkisini genişletirdi. Bazıları, 100 yıl önce yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden kurmanın hayalini kuran Erdoğan'ın kendi kendini padişah ilan ettiği dile getirildi. Bu nedenle, Erdoğan'ın Türkiye'si kampın her tarafında nüfuzunu artırıyor oldu.

 

Suudi Arabistan ve İran doğrudan Körfez'de savaşırken, Türkiye hem içeride hem de dışarıda gücünü genişletiyor ve Üç Krallığı’n Orta Doğu versiyonunun modern çağı açıyordu.  Her biri farklı etnik kökene ve farklı bir dile sahip bu üç ülkeden hangisi Ortadoğu'nun hegemonyasını devralacak? Mevcut yapı göz önüne alındığında, belirli bir ülkenin Ortadoğu'daki hegemonyayı tekeline alması zor görünüyor. Çünkü çevreyi bunaltacak ve sakinleştirecek gücü bulmak zordur. Hegemonyayı istikrara kavuşturmak zorsa, bir güç dengesi en iyisidir. Aynı zamanda bu bu güç dengesini sağlamak Amerika Birleşik Devletleri gibi uluslararası toplumun da arzusudur.

 

Suudi Arabistan modern değerleri ve normları kabul ediyor, İran nükleer anlaşma yoluyla bölgede provokasyonlardan kaçınıyor ve Türkiye bir NATO üyesi olarak uluslararası işbirliğini sürdürüyor. Fakat hiçte bu durum ülkemiz açısından kolay olmuyor. Bunun nedeni, Ortadoğu’daki İran ve Suudi Arabistan’ın İslam’ın Ortodoks halefleri olduklarını iddia etmeleri ve tarihin görkemli dönemini kimliklerinin özü olarak anlamalarıdır.

 

Suudi Arabistan, Mekke ve Medine'nin koruyucusunu geri getirmeye çalışıyor, İran, İslam'ın devrimci ruhunu korumaya ve yaymaya çalışıyor ve Türkiye bir küresel güç, Akdeniz'i kapsayan Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişamını geri kazanmaya çalışıyor. Güç dengesi, kapsamlı kar hesaplamasıyla elde edilen gerçekçiliğin zirvesidir. Dini ve tarihi kimlikler aşırı mobilize edildiğinde akılcı bir hesap beklemek gerekir.  Tarihi sadece din, mezhep, etnik ayrışımlar ve çatışma üzerinden okumanın kimseye yararı olmadığı gibi, coğrafi çizgilerin (denizler ve karalar) sınır boylarında varlık sürdüren Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet için Avrupa’dan dışlanmış olmak veya Osmanlı sosyo-kültürel yaşamının Avrupa’dan kalın duvarlarla ayrıldığını varsayan söylemler kullanmak tarihsel veriler ışığında bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli değildir. Batının çıkar merkezli politikaları Orta Doğu’da demokrasi kültürünün gelişmemesinin en önemli sebebidir. Nitekim Batının sömürge politikaları başta Mısır olmak üzere Orta Doğu toplumlarında demokrasi kültürü ve demokratik kurumlarının gelişmesini engellemiştir. 

 

9 Ekim 2022, Lüksemburg

Empfehlen Sie diese Seite auf:

Druckversion | Sitemap
{{custom_footer}}