Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -
      Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -

Cumhurbaşkanımız değerli Recep Tayyip Erdoğan’a arzuhalimdir.

Cumhurbaşkanımız değerli Erdoğan’a arzuhalimdir.

Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu

Değerli Cumhurbaşkanım,

Gündelik hayatını yaşayan sıradan insanlarla pek uğraşan olmaz. Ama toplumda zatı aliniz gibi bir konum edinmiş, bilgili, becerikli ve başarılı devlet adamları kolayca hedef olur; haksız saldırılara maruz kalır. Çünkü sizin toplumdaki konumunuz kimilerinin kıskançlık duygularının kabarmasına yol açtı. Zatı aliniz gibi topluma faydası olan, haklı olarak ün edinmiş kurum ve kuruluşlar da başarılarından dolayı kıskanılır. Bunları karalamak için de yalan ve iftiralara başvuranlar olur. Dolayısıyla bu bağlamda Şair Abdurrahman Karakoç’unda belirtiği ğibi şahsen 

“Beden ölür, çürür, cana bakın siz.

Kim kiminle yürür, ona bakın siz.

Bırakın dönsün dönme dolaplar,

Haktan-hakikatten yana bakın siz,” düşüncesindeyim.

Malumunuz ülkemiz Türkiye kurulduğu günden beridir ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Cumhuriyetin özellikle dini alana ilişkin tasarrufları tüm dindarları olduğu gibi, dini hassasiyetleri nispeten daha yüksek olan Kürtleri de rahatsız etmişti. Hilafetin Mart 1924 yılında fiilen kaldırılmasıyla iyice artan bu rahatsızlıklar Şubat 1925’te Şeyh Said Olayı ile patlak vermişti. Gerçi Anadolu’nun birçok yerinde benzer isyanlar yaşandı, fakat bu isyanların hiçbiri sonuçları itibariyle Doğu’dakilerle aynı boyutlara ulaşmadı. Şeyh Said hadisesi yeni bir devrin miladı oldu. O tarihten bugüne Kürtlerin tepkisi ile devletin baskısı adeta süreci durmadan işleten ve derinleştiren bir çarkın iki dişi gibi çalışıp durdu. Kısaca tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’nin Kürt sorununun kaynağı resmî milliyetçilik ve “lâiklik” politikaları ile bunlarla bağlantılı o dönemin, yani 1923’den 3 Kasım 2002’ze kadar geçen yılların baskıcı uygulamalardır. Başlangıçta daha ziyade dini kaygılardan beslenen bu tepki, bugün için artık etnik, kültürel ve siyasal talepleri önceleyen bir mücadeleye dönüşmüş bulunmaktadır.  

 

Bu bağlamda belirtmek isterim ki, Dinin siyasetle hiç ilgisinin bulunmaması talebi gerçekçi olmayacaktır. Çünkü dinler ülkelerin sosyolojik bir parçasıdır ve siyasal meşruiyet konusunda etkilidirler. Gerçeklik olarak siyaset ile din, din ile siyaset bir şekilde ilgilidir ve tarihsel süreçte bu böyle olmuştur. Tarih boyunca üzerinde en fazla konuşulup tartışılan konulardan birisi Din–Devlet-Siyaset ilişkisidir. Gelişmekte olan toplumlarda din, siyaseti etkileyerek iktidarın oluşmasına yol açarken öte yandan siyasetçiler, dini kullanarak bunu toplumsal yaşamın bütününe yaymaktadırlar. Yönetimlerinin meşruiyetini dinden aldıklarını beyan etmektedirler. Ayrıca günümüzde küresel ve emperyalist güçler, çeşitli ülke ve toplumları kontrol edebilmek için dini de kullanmakta ve meşru yönetimlere karşı din ve mezhep savaşı çıkararak yönetimleri zor durumda bırakmaktadırlar.

 

Ülkemizin sorunlarının deprem nedeniyle günümüzde daha ağır ve ciddi boyutlara ulaştığı da bir gerçektir.  Ülke sorunlarına duyarlı olmak bir vatandaşlık görevidir.  Ne var ki görev burada bitmemektedir. Sorunları dile getirmek, şikâyet etmek yeterli değildir. Yanıtın bir parçası değilsen, sorunun bir parçasısın demektir. Bu nedenle, sorunlara karşı çözümler düşünmek ve bunları paylaşmak anlatmak ve yazmakta bir görevdir. Bu yazımın amacı da budur.   Odaklanmak istediğim ana nokta, Türk toplumunda “ötekinin, özellikle Kürtlerin ve Kürt meselesinin “Kürt Açılımı” sonrasında toplum tarafından nasıl algılandığı ve bu algıların yansımaları doğrultusunda sivil toplumun neler yapabileceği yönünde bir tartışma açmaktır. 2009’daki “Kürt Açılımı” sonrasında yapılan bazı çalışmalar bu girişimin, içeriği net olmayan ilk döneminde bile toplumun sadece yüzde 36.4’ü tarafından desteklenmediğini gösteriyordu. Oysa bilindiği üzere özellikle 2010’da şiddet ortamının daha da belirginleşmesi ve “Kürt Açılımının netleşmemesi sonucu bu oran yükselmiş, toplumda milliyetçilik artmış ve özellikle büyük illerde Kürt-Türk gerginliği günümüzde tavan yapmaktadır, yapmıştır.

 

Demokrasiyi inşa etmek, halkı temsil etmek üzere parlamentoya seçilen milletvekillerinin görevidir. Milletvekilleri bir partiye değil halka hesap vermek zorundadır ve bu nedenle de demokrasi için mücadele eden her milletvekili bireylerin haklarını savunmalı, talep etmelidir. Bugün ise tam tersine, daha ziyade hangi hakların kısıtlanması gerektiği üzerine konuşuluyor; demokrasi ve özgürlükler yerine güvenlik ve yasaklardan söz ediliyor. Örneğin, Kürtçe eğitim hakkının en iyi nasıl uygulanacağına kafa yormak yerine, anadilde eğitimin bir hak olup olmadığı ve eğer bir haksa bile en asgari seviyede uygulanması için neler yapılabileceği üzerine konuşuluyor. Öyle ki, sanki devlet ve siyasetçiler halktan korkuyor.  Diğer bir olgu ise çocukluk ve büyüme koşullarındaki tarihsel ve kültürel arka plan incelendiğinde açık açık oraya çıkan   ülkemizin sorunları her gün daha ‘da ağırlaşarak toplumumuzun geleceğini karartıyor. Günümüzde Ortadoğu’da bir iç savaş yaşanıyor. Savaşların kendine has kuralları var. Ortadoğu’da ve ülkemizde kuralsız dış güdümlü kirli bir savaş var.

 

Değerli Devlet Başkanım Erdoğan,

100 yıldır "Kürt’e Kürt" diyemedik!

Türkiye ‘ta 1923’den buyana 100 yıldır "Kürt’e Kürt" diyemedi! Kürt sorununun kısa vadede çözülebilmesi, sorunun öncelikle doğru bir şekilde tanımlanmasına bağlıdır. Kürt sorununda üstünlük güvenlikçi perspektifle, güvenlik çevrelerine ve güvenlik güçlerine bırakılmamalıdır. Hükümet Kürt sorununun toplumsal uzlaşmayla siyasi alanda çözülmesi konusunda kararlı bir duruş ortaya koymalı. Kürt sorununu besleyen ve büyüten bütün dinamiklerin hesaba katıldığı bir çözüm paketi pratikte yürürlüğe konmalıdır. Siyasal, ekonomik ve kültürel çözüm stratejileriyle desteklenmeyen süreç bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da başarısız olacaktır. Kürt sorununun çözüm inisiyatifi güvenlik güçlerine ve güvenlik perspektifine havale edilmemelidir.

 

Kürt meselesi, dünyadaki birçok etnik çatışma, savaş ve sistematik hak ihlali örneğine benzer ve onlarla ortak unsurlara sahiptir. Şüphesiz her tekil örnekte görüleceği gibi Kürt meselesi de kendine has birtakım unsurlar taşır; tıpkı Peru, Güney Afrika ve Arjantin örneklerinde olduğu gibi. Ancak bu özgüllükler bizi dünya çapında yaşanan tüm sistematik insan hakkı ihlallerinde, çatışmalarda, askeri darbelerde ortak olan şeyleri görmekten alıkoymamalı. Bu ortaklıklar bu süreçlerden sonra geçmişle nasıl hesaplaşılacağına dair örneklere de daha dikkatli bakmamıza, dünya deneyimlerinden daha çok şey öğrenmemize yol açabilir. Felsefi olarak da kendimizi insanlığın deneyiminin ortak bir parçası olarak görmek, diğer deneyimlerle ilişkiler kurmak, bu deneyimleri eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeniden değerlendirmek milliyetçilik fikrini kırmamıza yardım eder. Dolayısıyla Kürt meselesi bağlamında, dünyanın diğer örneklerine bakmak ufkumuzu açacak, anlayışımızı zenginleştirecektir.

 

İnsanın ferdi hayatının yanı sıra bir de toplumsal bir yaşantısı vardır. İnsan yaratılış itibariyle toplumsal bir varlık olarak yaratıldığından yalnız yaşayamaz. İnsan iyi ve kötü, güzel ve çirkin birçok sıfatlarla donatılmış, sınırsız istek ve arzulara sahiptir. Her şeyin en iyisine sahip olma duygusu, makam hırsı, sınırsız özgürlük, dünya sevgisi ve bunların karşısında adaleti istemek, ilerlemek, medenileşmek, insanlara iyilikte bulunmak gibi her insanda var olan ve aynı zamanda birbiriyle çelişen istek ve arzuları vardır. Toplumun yaşaması, ilerlemesi ve fertlerin hak-hukuklarının korunması toplumda zulmün yok olup adaletin hâkim olması, korku ve kargaşanın yok olup huzur ve emniyetin hâkim olması, her ferdin toplumsal yaşantısının yanı sıra bireysel hayatının da korunabilmesi için bir takım kanun ve yasaya ve bunu uygulayacak bir devlete ihtiyaç olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Ülkemiz Türkiye’de hepimizin vatandaşı olduğumuz devletimizdir.

 

Değerli Devlet Başkanım Erdoğan,

Malumunuz şiddet sadece insanların sağlığını ve sevdiklerini değil, umut, güven ve adalet duygularını da tahrip eder, ki bu, Aristotelesçi anlamda siyasal olanın, yani siyasal arkadaşlığın özüdür. Adaletin gerçekten yeniden tesis edilebilmesi için, şiddet tarafından yok edilen ve siyasalın özü olan bu duyguların yeniden canlandırılması gerekmektedir. Aslında adaletin yeniden tesis edilmesi demek, geçmişin yeniden yorumlanması da demektir. Bu husus, mağdur ve topluluk temelli adalet mekanizmalarının çıkış noktasını oluşturur. Bu mekanizmalar, cezalandırıcı adalet mekanizmalarına kıyasla, hukuki yargılamalara, yasal düzenlemelere ve resmî kurumlara daha az iltifat eder. Cezalandırıcı adalet anlayışı, suçu hukukun ihlal edilmesi olarak görür ve esasen yasaları çiğneyenlerin cezalandırılmasıyla ilgilidir; onarıcı adalet anlayışı ise, suçu insanların maddi ve manevi bütünlüğünün ve ilişkilerinin ihlali olarak görür ve bu anlamda söz konusu ilişkileri onarmayı esas alır.

 

Bu anlamda, mağdur ve topluluk temelli onarıcı adalet anlayışı, doğrudan demokrasiye daha yakındır. Mağdurlardan ve topluluklardan ilham alan bir adalet anlayışı, öncelikle geçmişi hatırlama ve paylaşma eyleminin, tıpkı temel insan hakları gibi, demokratik vatandaşlık mefhumunun bir parçası olduğunu iddia eder. Öte yandan, mağdurların evrensel ve soyut haklarını değil, somut ve yerel ihtiyaçlarını temel alır. Daha önemlisi, onarılması beklenen adaletin devamlı surette “gelmekte olan bir adalet” olduğunu, yani ilgili siyasal aktörler tarafından şekillendirilen, her bir özel durum için yeni bir biçimde gelmesi beklenen bir adalet olduğunu kavramamıza imkân tanır. Bu bağlamda “Kürt sorununa ülkemizde acilen “siyasi çözüm” getirilmelidir. Korkuya dayanan barış, bastırılmış bir savaştan başka bir şey değildir. Düşünülen Sri Lanka ve Çeçenistan örnekleri Türkiye'de istenen o sonucu vermez.

 

Bu ortamda bazıları, sırf canımız sıkılmasın diye, doğruyu söylemeye çekinirler. Bir bilim adamı olarak binlerce siyasi kitap ve makale okudum, "Özyönetim “terimine siyasi terminolojide ve siyaset teorisinde rastlamadım, çünkü böyle bir yönetim şekli devlet idarelerinde yoktur. Özyönetim terimi ahşap ev üzerindeki lekeli yerleri mantar tıpasıyla siyaseten örtmeye çalışan ambalajı güzel ama içi boş bir kavramdır. Ambalajı güzel fakat içi boş bir kavram uğruna Kürt gençlerini ölüme göndermek doğru bir siyasi tavır değildir, bu biz Kürtlere yapılan büyük bir zulümdür. Siyasette karşılıklı saygı ve sevgi temelinde her şartta Hükümet ile Muhalefet arasında diyalog ve müzakere kapıları açık olmalıdır. Zatı alinizin de bildiği gibi insanların değerleri mebus olmakla hem artmaz hem de azalmaz. Yoksulluk ve fakirlikte insanların değerini yükseltip, azaltmaz.

 

Merhum Diyap Ağa Atatürk'ün meclisinde mebusluk yapmıştır, İkinci Mahmut zamanında doğmuş ve Türkiye’de ilk gazete ile hem tevellüttür. Günümüzde TBMM ‘inde 600 tane Mebus var, hepsi Diyap Ağa ‘kadar Türkiye için değerlidir. Bu mebusların bir kısmı yetersizdirler. Bu yetersizlikleri onların bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır, bilgisizlik zaten her türlü kötülüğün anasıdır.

 

Değerli Devlet Başkanım Erdoğan,

Zatı alilerinizin de bildiği gibi Kürt Sorunu ile yöredeki hâdiseleri birbirinden ayırmak gerek. Kürt sorunu çözülmeden bölgedeki sorunlar çözülemez. Sorunun çözümünü kolaylaştıracak mekanizmaların devreye girmesi gerekir. Hükümet Kürt entelektüellerle sorununun çözüm için birlikte çalışmalar yürütmeli, barışçıl çözüm için olumlu siyasi adımlar atmalıdır. Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü, bölünme ve parçalanmada değil, anayasada yapılacak modern değişikliklerle, tam Başkanlık sistemiyle idare edilen demokratik bir yapılanmayla, ortak aidiyet duygusunun temeli olan milli devlete sımsıkı sarılarak birlikte emperyalizme karşı koymakla mümkündür. Ülkelerin sahip oldukları idari yapı yerel yönetimlerin gelişiminde ve ülke yönetiminde etkili olmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Başkanlık sistemi, devlet yönetiminde tek bir kişinin başkanlığında hükûmet etme ve devleti yönetme esasına bağlı siyasi yapıdır. Elbette ki bu süreçleri yürütmek ve başarıyla sonuçlandırmak kuvvetli bir sivil toplum oluşumu gerektirir.

 

Ülkemiz Türkiye 24.06.2018 tarihin ‘den itibaren Başkanlık sistemiyle yönetilmeye başladı. Dolayısıyla büyük kentler yeniden yapılandırılmalı. Kalabalıklaşan metropoller artık klasik idarelerle yönetilemez. Büyük şehir belediyeleri birleştirilmeli. Örneğin dünyanın en güçlü ekonomisine sahip olan Çin'de, 23 eyalet, 5 özerk bölge ile 2 özel statülü il bulunuyor. Büyükşehirler artık merkezi idarelerle yarışan mega projeler geliştiriyorlar. Ülkemizde de şehir yönetiminin başkanlık sistemine uyumlu hale getirilmesi için modern düzenlemeler yapılmalıdır kanaatindeyim. Bu vesileyle Erzurum ili Tekman ilçesine TEKMAN Tünelini yaptırtmanızı da rica ederim.

 

Beni anlayışla karşıladığınıza inanıyor, zatı alinize saygılar sunuyorum.

 

 

 

19 Nisan 2023 Lüxsemburg 

 

Empfehlen Sie diese Seite auf:

Druckversion | Sitemap
{{custom_footer}}