Ekolojik Bilincin Evrimi ve Sera Etkisi
1. Giriş
Modern çağ, çevresel farkındalığın ve ekolojik sorunların öne çıktığı bir dönem haline geldi. Bu süreçte, Batı'nın endüstri devrimi sonrası geliştirdiği tüketim merkezli ekonomik yaklaşım, Rachel Carson'ın "Sessiz Bahar" eseriyle ciddi bir sürdürülebilirlik eleştirisine maruz kaldı. Öte yandan, Doğu toplumlarının doğa ile barışık kalkınma vizyonu, bu eleştirilere bir yanıt niteliğinde olup, alternatif bir yaklaşım sunmaktadır. Bu arka planda, Rusya'nın enerji ve doğal kaynaklar bakımından zengin yapısı ile stratejik konumu, küresel sürdürülebilirlik tartışmalarına derinlik katıyor. Türkiye'nin hem Batı hem de Doğu ile olan tarihi ve kültürel bağları ise, bu iki yaklaşım arasında bir köprü olma potansiyeline işaret ediyor. Bu makale, bu çerçevede, üç bölgenin kalkınma yaklaşımlarını, ekolojik bilinç ve sera etkisi perspektifleriyle değerlendirerek, global sürdürülebilir kalkınma tartışmalarına yeni bir yön verme amacındadır. Küresel kalkınma sürekli değişirken, bazı ülkeler bu değişimde öne çıkar. Rusya, tarihi ve coğrafi konumuyla sürdürülebilirlik tartışmalarında yenilikçi bir perspektif sunuyor. Türkiye ise, Batı ve Doğu arasındaki köprü rolüyle, sürdürülebilir kalkınmanın benzersiz bir temsilcisi olma potansiyeline sahip. Bu yazıda, bu iki ülkenin küresel sürdürülebilirlik paradigmasına olan katkıları ele alınmaktadır.
2. Sessiz Bahar
5 Haziran 1972 tarihinde, Birleşmiş Milletler himayesinde, Stockholm'de, insan ile çevre arasındaki etkileşimi olumlu bir perspektiften değerlendirmeyi hedefleyen bir konferans düzenlendi. Bu tarihsel olay, Dünya Çevre Günü olarak anılmaktadır. Ekolojik dengesizliğin ve çevresel krizin yirminci yüzyılın ilk yarısında öne çıkan uyarıcı görüşlerle birlikte, 21. yüzyılın sonlarında dünya uygarlığının seyri ne olacaktır?
"Sessiz Bahar" adlı eser, Amerikalı bilim insanı Rachel Carlson tarafından, 1960'lı yılların başında, çevresel meselelerin önemine dair yazılmış öncü bir çalışmadır. Döneminde, Londra'da yaşanan kısmi ölüm vakaları, DDT'nin tarımsal uygulamalarındaki etkileri, antik kültürel mirasa zarar veren "asit yağmurları" ve Thor Heyerdahl'ın Pasifik'te karşılaştığı plastik atıklar gibi konular gündemdeydi.
Mont Blanc'da elde edilen bulgular, biyosferdeki antropojenik kirliliğin sadece bir takım çevreci aktivistlerin ya da ilgili büyük şirketlerin abartılı iddiaları olmadığını ortaya koymaktadır. Ozon tabakasının incelmesi, özellikle Antarktika ve Avustralya üzerinde, freonların etkisi olarak değerlendirilmiştir. Bu durum, toplumsal bir bilinçlenme yaratmış ve soğutma sistemlerinde kullanılan freonların değiştirilmesi için taleplerde bulunulmuştur. Ancak, sonraki araştırmalar ozon tabakasının kalınlığının döngüsel olarak değişiklik gösterebileceğini, hatta bazen orijinal kalınlığına dönebileceğini ortaya koymuştur.
Günümüzde sera etkisi ile ilgili ortaya atılan teorilere benzer bir durumun yaşandığını gözlemleyebiliriz. Büyük miktarda CO2 salınımı, sadece gezegenimizin sıcaklık seviyelerindeki artışla ilişkilendirilmemeli, aynı zamanda biyosferin kritik bir işlevi olan fotosentez süreciyle de bağdaştırılmalıdır. Bu süreç, yeşil bitkilerin organik madde oluşturma kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda, geniş ölçekli emisyonlarla ilgili tartışmaların, sadece olası iklim değişiklikleri bağlamında değil, aynı zamanda ekosistemimizin temel işlevleri bağlamında da değerlendirilmesi gerekmektedir.
3. Yeşil Ekonomi ve Jeopolitik
Yüzyılın sonlarına doğru uluslararası arenada, ekonomik büyümenin doğal kaynakların sınırsız kullanılmasına dayanamayacağını kabullenmek bir zorunluluk haline geldi. Batı Avrupa'da öne çıkan ve global ekonomik sistemde ağırlığı olan "daha fazlası daha iyidir" yaklaşımının, ekolojik dengeyi tehdit ettiği görüşü, 1972 Stockholm Konferansı'yla uluslararası bir platformda tartışılmaya başlandı.
Bu konferans, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) gibi uluslararası inisiyatiflerin doğmasına öncülük etti. Ancak bu adımlar, global ölçekteki ekolojik dengesizliklerin hızla artmasını engelleyemedi. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler ‘in sürdürülebilir kalkınma modelini ortaya koyması, hem ekonomik hem de çevresel ve sosyokültürel süreçlerin dengelenmesi gerektiğini uluslararası bir perspektifte savundu. Ancak bu teorik yaklaşımın pratikte nasıl hayata geçirileceği, devletler arası ilişkilerin dinamikleri içerisinde karmaşık bir meseleye dönüştü.
"Yeşil ekonomi" yaklaşımı bu sorunun teorik bir çözümünü sunsa da, bu teorinin pratiğe nasıl döküleceği, uluslararası ilişkilerin ve devletlerin kendi ulusal çıkarlarının karmaşıklığı içerisinde zor bir mesele olarak kalmaktadır. Gelişmiş ülkeler, ekolojik dengeleri koruyarak ekonomik büyümeyi sürdürme anlayışını benimseyebilirken, gelişmekte olan ülkeler için bu, ulusal ekonomik büyüme stratejilerini yeniden gözden geçirmeyi gerektiren bir durumdur.
Bu nedenle, "yeşil ekonomi" anlayışının sadece ekolojik sürdürülebilirlik değil, aynı zamanda ekonomik refahın artırılması, sosyal adaletin sağlanması ve yoksulluğun azaltılması amacına yönelik olduğu vurgusu, bu konseptin uluslararası alanda kabul görebilmesi için kritik bir öneme sahiptir. Ancak bu hedeflere ulaşabilmek için, gelişmekte olan ülkelerin de bu yaklaşımı içselleştirmesi, ulusal politikalarını bu doğrultuda revize etmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, yeşil ekonomi ve sürdürülebilir kalkınma, uluslararası ilişkiler ve jeopolitik dinamikler bağlamında, devletlerin ulusal çıkarları ve küresel ekolojik sorumlulukları arasında bir denge kurma meselesidir. Bu dengenin nasıl sağlanacağı, 21. yüzyılın en önemli uluslararası meselelerinden biri olmaya devam edecektir.
4. Sürdürülebilirlik Perspektifinde Batı, Doğu ve Türkiye'nin Medeniyet Sentezi
Tarih boyunca, Batılı kalkınma modeli, adaptasyon kabiliyeti ve karşılaştırmalı etkinliği ile tanınmasına rağmen, sürdürülebilir bir yaklaşımın zirvesi olarak pek kabul görmemiştir. Yüksek tüketim eğilimleri, global ölçekte bu modelin yaygınlaşmasıyla ekolojik dengesizliklere yol açabilecek potansiyeli barındırmaktadır.
Batı'nın kalkınma modelinin yaygınlaşması, Doğu'nun ekolojik bilincinde bir hassasiyet artışına neden olmuştur. Ancak, ne Doğu'nun doğa merkezli değerleri ne de Batı'nın insan odaklı yaklaşımı, küresel bir ekolojik denge kurmak için tek başlarına yeterli değillerdir. Bu iki medeniyet arasında bir denge, global sürdürülebilirliğin temelini oluşturabilir.
Bu denklemde Türkiye, stratejik konumu ve tarih boyunca hem Doğu hem de Batı medeniyetlerine köprü olma rolü nedeniyle eşsiz bir pozisyona sahiptir. Türkiye, Batı'nın teknolojik ilerlemesi ve Doğu'nun ekolojik bilinci arasında bir denge kurma kapasitesine sahiptir. Türkiye'nin bu medeniyetler arasındaki sentezleyici rolü, sürdürülebilir bir global stratejinin oluşmasında kritik bir öneme sahip olabilir.
1972'deki Stockholm Konferansı, "Büyümenin Sınırları" raporunun yayınlanmasıyla, ekolojik sürdürülebilirliğin global önemini vurguladı. Bu rapor, eğer medeniyetimizin büyüme anlayışında radikal bir değişiklik yapılmazsa, ekosistemlerin ciddi bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini belirtti.
2022'de Moskova Devlet Üniversitesi'nde sunulan "Sınırları Aşmak" başlıklı rapor ise, ekosistemlerin sürdürülebilirliğini koruma amacıyla sadece doğal sınırların tanınmasının yeterli olmadığına dikkat çekti. Bu sınırlara nasıl tepki verildiği ve onlarla nasıl başa çıkıldığı da hayati bir öneme sahip.
Sonuç olarak, sürdürülebilir bir geleceği inşa etmek için Batı, Doğu ve Türkiye'nin birlikte hareket etmesi gerekiyor. Bu, sadece ekolojik dengeyi korumak için değil, aynı zamanda küresel bir uygarlık vizyonu oluşturmak için de kritik bir öneme sahiptir.
5. Özet
Medeniyetler arasındaki bu dinamik etkileşim, sürdürülebilir bir geleceğin anahtarıdır. Batı'nın teknolojik yenilikçiliği, Doğu'nun doğa ile uyumlu yaşam felsefesi ve Türkiye'nin bu iki medeniyeti bir araya getirme kapasitesi, küresel toplumun ekolojik dengesini koruma ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli oluşturma çabalarına önemli katkılar sağlayabilir. Medeniyetlerin bu birleşik vizyonu, hem bugünkü hem de gelecekteki nesiller için daha adil, dengeli ve sürdürülebilir bir dünya inşa etmekte hayati bir role sahiptir.
Batı'nın tüketim odaklı ekonomik modeli, teknolojik ilerlemelerle desteklenerek hızla yayılmıştır. Ancak bu hızlı ilerleme, sürdürülebilir olmaktan uzaktır ve ekolojik dengesizliklere neden olmuştur. Özellikle "Sessiz Bahar" kitabının ortaya koyduğu gibi, bu modelin çevresel etkileri büyük tehlikeler barındırmaktadır. Öte yandan, Doğu'nun ekolojik dengeye dayalı yaklaşımı bu tehlikelerin farkında olup doğa ile uyumlu bir yaşam sürmeye çalışmıştır. Bu iki yaklaşımın ortasında Rusya, Batı ve Doğu değerlerini birleştirerek kendi kalkınma modelini oluşturma çabasındadır.
Türkiye, Batı ve Doğu arasında stratejik bir konuma sahip olup bu iki farklı kalkınma modelinden etkilenmiştir. "Sessiz Bahar’ın vurguladığı çevresel tehlikelerin farkında olarak, Türkiye sürdürülebilir bir kalkınma modeli oluşturma potansiyeline sahiptir. Özellikle Rusya'nın Batı ve Doğu değerlerini birleştiren yaklaşımından ilham alarak, Türkiye bu iki yaklaşımın en iyi yönlerini harmanlayabilir.
Batı'nın teknolojik yenilikçiliği, büyüme ve modernleşme arayışının merkezinde bulunmaktadır. Ancak "Sessiz Bahar’ın da işaret ettiği üzere bu büyüme, ekosistemleri tehdit etmektedir. Doğu'nun doğa ile uyumlu yaklaşımı bu tehlikelere bir çözüm sunmaktadır. Türkiye, Batı'nın teknolojik ilerlemelerini ve Doğu'nun ekolojik yaklaşımını birleştirerek yeni bir kalkınma modeli oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu model, Rusya'nın kendi kalkınma deneyiminden de ilham alarak şekillenebilir.