1980'lerde Amerika'nın Basra Körfezi
Politikaları
Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu
1.) Giriş
İran-Irak Savaşı (1980-1988), Orta Doğu'da sekiz yıl süren, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve bölgenin jeopolitik
yapısını derinden etkileyen bir çatışmadır. Bu savaş, iki
komşu ve bölgesel güç olan İran ve Irak arasında sınır
anlaşmazlıkları, ideolojik farklılıklar ve bölgesel egemenlik hedefleri nedeniyle patlak vermiştir. Ancak bu savaşın arkasında sadece iki ülkenin hedefleri ve anlaşmazlıkları yoktu; aynı zamanda küresel güçlerin, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin
bölgedeki stratejik çıkarları da büyük bir rol oynamıştır. İran-Irak
Savaşı, Soğuk Savaş döneminin sonlarına doğru, iki süper gücün - Amerika ve Sovyetler Birliği'nin - bölgedeki nüfuz mücadelesinin bir parçasıydı. Bu çerçevede, Amerika'nın savaş sırasındaki politikaları ve stratejik manevraları, bölgedeki petrol rezervlerinin kontrolü, deniz yollarının güvencesi ve ideolojik nüfuzun sürdürülmesi
bağlamında ele alınmalıdır. Bu makalede, İran-Irak
Savaşı sırasında Amerika'nın izlediği politikalar, bölgesel dengeleri
koruma ve stratejik çıkarları sürdürme çabaları ışığında
incelenecektir.
2.) İran-Irak Savaşı: Bölgesel Güç Mücadelesinin Bedeli
20. yüzyılın son çeyreğinde Ortadoğu, İran-Irak Savaşı'nın şiddetli yankılarıyla sarsıldı. Bu savaş, bölgenin sadece coğrafi değil, aynı zamanda politik ve stratejik haritasını da yeniden şekillendirdi.
1979'da İran'da gerçekleşen İslam Devrimi, Şah Rıza
Pehlevi'nin devrilmesiyle sonuçlanarak bölgedeki dengeleri derinden etkiledi. Devrimin getirdiği yeni yönetim, Şii İslamcı bir ideolojiyi benimsedi ve bu, bölgedeki Sünni ülkeler için bir tehdit olarak
algılandı. Özellikle Irak, sınır komşusu olan İran'ın bu yeni yönetimini
hem bir iç tehdit hem de dış tehdit olarak gördü. İç tehdit, Irak'ın
kendi içindeki Şii nüfusunun bu devrimle motive olabileceği ve bir isyan
başlatabileceği korkusundan kaynaklanıyordu. Dış tehdit ise, İran'ın bölgedeki yeni hegemonik planlarına dayanıyordu.
Saddam Hüseyin, bu dönemde Irak'ın lideriydi ve İran'ın bu
potansiyel tehditlerini bertaraf etmek için 1980 yılında İran'a savaş ilan etti. Başlangıçta, Irak'ın hızla ilerlediği bu savaş, 1982 yılında İran'ın karşı atağıyla
dengelendi. İran, bu karşı saldırı ile Irak güçlerini geri püskürttü ve
her iki taraf için de savaşın ilerlemesi zorlaştı.
Bu süre zarfında, uluslararası toplumun bu çatışmaya tepkisi ve
tutumu değişkenlik gösterdi. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi süper güçler, kendi stratejik çıkarları
doğrultusunda savaşa dolaylı olarak müdahil oldular. Özellikle
ABD, İran'ın bölgedeki etkisini kırmak için Irak'ı destekledi. Diğer
yandan, Arap ülkeleri, özellikle İran'ın bölgesel yayılmacılığından
endişe duyan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, Irak'ın yanında saf tuttular.
Savaşın sonunda, iki ülke de büyük ekonomik ve insan
kayıplarıyla karşı karşıya kaldı. Ancak bu savaşın etkileri sadece bu iki ülkeyle sınırlı kalmadı; bölgesel dengelerde yaşanan bu
değişiklikler, Ortadoğu'da yeni gerilimlerin ve çatışmaların zeminini hazırladı. Bu sekiz yıllık
çatışma, bölgesel güç dengeleri, ideolojik mücadeleler ve uluslararası müdahalelerin Ortadoğu'da ne kadar belirleyici olduğunu gözler önüne serdi.
3.) ABD'nin Orta Doğu
Stratejisi:
1980'lerin başında, Ronald Reagan'ın başkanlığına yükselişi, Amerikan
siyasetinde neo-muhafazakâr bir dönüşün sinyallerini veriyordu. Bu, özellikle Batı Avrupa'da hızla etkili olan bir ideolojiydi. Agresif
bir iç politika, Sovyetler Birliği gibi Batı'nın temel değerlerine
karşıt olan güçlere karşı katı bir dış politika ile birleşmişti.
Sovyetler "Şeytani İmparatorluk" olarak nitelendirildi ve bu durum,
Amerika'nın bu güçle karşıtlığını pekiştirdi. Reagan dönemi, Amerika'nın yurtdışında 18 ayrı müdahalesiyle anılmaktadır. Orta
Doğu, süper güçlerin nüfuz mücadelesine sahne olmaya devam etti.
1979'da İran'da yaşanan devrim, Amerika için bir dönüm noktası oldu. İran, 1950'lerden itibaren Amerika'nın
bölgedeki etki alanında bir ülke olarak görülmekteydi. İran'daki bu türben, Amerika'nın bölgedeki stratejik çıkarlarını
sarsmıştı. Aynı dönemde, Sovyetlerin Afganistan'a müdahalesi de Amerika için bir diğer tehdit unsuru oldu. Amerika'nın Afganistan'a Mücahitlere silah sağlama stratejisi,
Sovyetlerin "kendi Vietnam'ını" yaşaması için tasarlanmıştı.
1977'de, Başkan Carter'ın Ulusal Strateji Direktifi, "hızlı
konuşlanma kuvvetlerinin" kurulmasını onayladı. Bu güçler, 1979'da İran'da yaşanan devrimin ardından özellikle Orta Doğu'da hızla hareket edebilme kabiliyetine sahip olmalıydı. 1957'de Eisenhower Doktrininde de vurgulandığı üzere, bu stratejik doktrinler, özellikle İran'da Şah rejiminin devrilmesiyle oluşan "güç boşluğunu" doldurmayı amaçlıyordu.
Bu oluşan "güç boşluğunu" doldurma amacı, Amerika'nın bölgede daha aktif ve hızlı hareket eden askeri
birliklere sahip olmasını gerektirdi. Bu birlikler, bölgedeki Amerikan çıkarlarını koruma ve bölgesel istikrarı sağlama amacı güdüyordu.
Buna ek olarak, ABD'nin bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirmesi ve yeni stratejik ortaklıklar kurması da bu dönemde öne
çıkan diğer politika unsurları arasındaydı.
Eisenhower Doktrininin ilanından yıllar sonra, Carter Doktrini, Orta Doğu'daki Amerikan stratejisinin yeni bir aşamasını temsil ediyordu. Bu doktrin, bölgedeki
enerji kaynaklarına ve ticaret yollarına erişimin korunması ve potansiyel tehditlere karşı Amerika'nın proaktif bir rol almasını öngörüyordu. Bu bağlamda, 1980'lerde Basra Körfezi,
Amerika'nın dış politikasında stratejik bir öneme sahip oldu.
4.) Amerika'nın Bölgedeki Gizli Manevraları
20. yüzyılın son çeyreğinde, Basra Körfezi'nde petrol
rezervlerinin yoğunlaşması, Amerika Birleşik Devletleri'nin bu bölgedeki jeostratejik çıkarlarını yeniden değerlendirmesine yol
açmıştı. Carter Doktrini, Amerika'nın bu bölgedeki enerji kaynakları üzerindeki hakimiyetini ve stratejik menfaatlerini koruma
kararlılığını ilan etti. Bu doktrinin isim babalarından biri olan Zbigniew Brzezinski'nin etkisiyle, doktrine daha saldırgan bir
karakter kazandırıldı. Bu, Amerika'nın bölgeyi savunurken askeri güç kullanabileceği anlamına geliyordu, bu da sadece Sovyetler
Birliği'ne karşı değil, aynı zamanda bölgedeki her türlü dış tehdide karşı da geçerliydi.
Bu doktrinin duyurulduğu dönemde, Basra Körfezi'nde Amerikan
askeri varlığı artmıştı. Özellikle Bahreyn ve Umman, stratejik konumları
sebebiyle Amerika için kritik öneme sahipti. Bu ülkeler, hava operasyonları ve denizyolu taşımacılığı için Amerika'ya önemli avantajlar sağlamıştı.
Reagan yönetiminin gelmesiyle, Amerika'nın bu bölgedeki politikası daha da belirginleşti. Reagan, Carter'ın bu bölgedeki stratejik taahhütlerini devralarak Basra Körfezi'nde Amerikan varlığını güçlendirdi. Bu dönemde, İran-Irak Savaşı'nın patlak vermesi Amerika'nın bölgedeki stratejik önemini daha da artırdı. Amerika'nın bölgedeki müttefikleri olan Suudi Arabistan, Umman ve Bahreyn, bu
dönemde Amerikan politikasının merkezine oturdu. Özellikle Suudi Arabistan, bu dönemde Batılı liderler tarafından sıkça ziyaret edildi, bu da Amerika'nın bölgedeki nüfuzunun bir
göstergesiydi.
5.) Ortadoğu'nun karmaşık jeopolitik yapısı
İran'ın Ayetullah Humeyni liderliğindeki devrimi ve ABD'ye
karşı takındığı tutum, Amerika'nın bölgedeki diğer müttefikleriyle olan ilişkilerini daha da derinleştirdi. Bu durum, Irak'ın Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasının ardından bölgedeki dengeleri değiştirdi. Bu bağlamda, Amerika'nın Basra Körfezi'ndeki politikaları, bölgenin enerji
güvenliğini ve jeopolitik dengelerini şekillendiren temel dinamiklerden
biri oldu.
Ortadoğu'nun karmaşık jeopolitik yapısını ele aldığınızda, Arap-İsrail sorunu, bölgenin tarihindeki en tartışmalı ve devam eden meselelerden biri olarak
karşımıza çıkar. Ancak, 1973 Arap-İsrail savaşı sonrası dönemde ABD'nin bu soruna yaklaşımı önemli bir evrim geçirdi. Bu dönem, Amerikan
dış politikasının bölgeye olan ilgisinin bir yansıması olarak görülebilir.
Henry Kissinger'ın mekik diplomasisi, bölge üzerinde Amerika'nın etkisinin artmasına yol açarken, aynı zamanda Sovyetler
Birliği'ni bu sürecin dışında bıraktı. Amerika, Arap-İsrail sorununu kendi jeostratejik çıkarları doğrultusunda ele aldı ve bu süreçte
genellikle İsrail yanlısı bir tutum sergiledi. Bu yaklaşım, Arap
ülkelerinin Amerika'ya olan güvenini zedelerken, aynı zamanda Arap liderlerinin bölgedeki gerçek tehditler konusunda farkındalıklarını artırdı.
Körfez ülkelerinin, Amerika'nın bölgedeki etkisine tepki olarak Körfez İş birliği Konseyi'ni kurmaları, bu ülkelerin bölgedeki güvenliklerini sağlama ve Amerika'nın bölgedeki nüfuzuna bir sınır koyma çabalarını yansıtmaktadır. Bu örgütün kurulması, Körfez ülkelerinin bölgesel güvenliklerini
sağlama konusundaki kararlılıklarını gösterirken, aynı zamanda bu ülkelerin Amerika'yla olan ilişkilerinin de bir yansımasıydı. Ancak KİK'in kurulmasına rağmen, Amerika'nın bölgedeki askeri varlığı artmaya devam etti. Körfez ülkeleri, bölgenin
jeostratejik önemini ve enerji kaynaklarının dünya üzerindeki etkisini göz önünde bulundurarak, Amerika'nın askeri desteğini almaya
devam etti. Bu, Amerika'nın bölgedeki müttefikleriyle olan ilişkilerinin derinleşmesini sağladı.
Sonuç olarak, 1970'lerin ortalarından itibaren Amerika'nın Ortadoğu politikası, bölgedeki enerji kaynaklarına ve stratejik çıkarlarına odaklanmıştır. Bu
süreçte, Arap-İsrail sorunu Amerika için ikincil bir öneme sahip olmuş,
Amerika'nın bölge üzerindeki etkisi ve Körfez ülkeleriyle olan ilişkileri ön plana çıkmıştır.
6.)İran-Irak
Savaşı'nın
Amerika'nın Orta Doğu Politikasına Etkisi
1980'de patlak veren İran-Irak Savaşı, bölgesel dengeyi etkileyen bir anahtar olaydı. Amerika'nın bu savaşa
yaklaşımı, stratejik çıkarları ve bölgedeki güç dengelerini yansıtan bir dizi değişikliğe
uğradı. İran'daki İslam Devrimi sonrasında ABD'nin bu ülkeye karşı olan tutumu, İran'ın Amerikan çıkarlarına karşı tehdit olarak algılandığı bir döneme işaret ediyordu. Bununla birlikte, Baas rejiminin Irak'ta iktidara gelmesi ve
ardından Sovyetler Birliği ile yakınlaşması, Amerika'nın bu ülkeye olan
tutumunu değiştirdi.
İran ve Irak arasındaki savaşın başlamasıyla, ABD'nin bölgedeki stratejik çıkarları, savaşan iki ülkeye karşı dengeli bir tutum benimsemesini gerektirdi. Bu dengeli yaklaşım, savaşın süresi boyunca değişikliklere uğrasa da ABD'nin bölgedeki diğer ülkelerle ilişkilerini etkileyen anahtar bir faktördü. ABD,
savaşın uzun süre devam etmesini ve her iki ülkenin de zayıflatılmasını istiyordu, böylece bölgede
Amerikan nüfuzunun artmasına olanak tanınacaktı.
Sovyetler Birliği'nin bölgedeki tutumu da Amerikan
politikalarını etkiledi. Sovyetler, İran-Irak savaşında tarafsız bir
tutum benimseme eğilimindeydi, ancak Amerika'nın bölgedeki stratejik çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, Sovyetler ‘in bu tutumunu etkiledi. ABD ve Sovyetler arasındaki rekabet, savaşın başlamasından bu yana bölgedeki dengeyi etkileyen anahtar bir
faktördü.
İran-Irak savaşının patlak vermesi, Körfez ülkelerinin güvenlik
endişelerini artırdı. Savaşın başlamasıyla, bu ülkeler kendi güvenliklerini sağlamak için bir araya gelme ihtiyacını
hissettiler. Bu, Körfez İş birliği Konseyi'nin kurulmasına yol açtı.
Konsey, üye ülkeler arasında ekonomik ve askeri iş birliğini
teşvik ederek bölgesel güvenliği artırmayı
amaçladı.
Amerika'nın bölgedeki stratejik çıkarları, İran-Irak
savaşının patlak vermesiyle birlikte daha belirgin hale geldi. ABD, bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek, bölgesel dengeleri lehine etkilemeye çalıştı. Bu süreçte, Amerika,
bölgedeki askeri varlığını artırdı ve müttefikleriyle askeri iş birliğini güçlendirdi.
Sonuç olarak, 1980'de patlak veren İran-Irak
Savaşı, Körfez bölgesindeki güç dengelerini ve Amerika'nın bölgedeki stratejik çıkarlarını derinden etkiledi. Bu
savaş, Amerika'nın bölgedeki politikalarını şekillendiren anahtar bir
olaydı.
7.)Irak-ABD ilişkilerinin tarih sahnesindeki dönemsel
evrimi,
Irak-ABD ilişkilerinin tarih sahnesindeki dönemsel evrimi,
diplomasi çarklarının döndüğü her zaman diliminde belirginleşen ve
değişen faktörlerle şekillenmiştir. 20. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle Irak'ın Orta Doğu'daki konumu ve Sovyetler Birliği ile olan bağlantılarının azalması, bu ilişkilerin yeni bir seyir kazanmasına zemin hazırlamıştır. Saddam Hüseyin'in, SSCB'ye olan
ilgisinin azalması, Körfez İş birliği Konseyi'ne yönelik bir
yakınlaşma politikasına kapı aralamıştır.
Dönemin Amerikan yönetimi, Irak'ın Körfez'deki komşularıyla
olan ilişkilerini olumlu bir gözle değerlendirmiş, bu yakınlaşmanın bölgesel dengeye olumlu etkiler sunabileceğini öne sürmüştür. Ancak bu süreçte Amerikan yönetiminin tarafsızlık ilkesine olan vurgusu
da göz ardı edilmemelidir. ABD, bölgede her iki tarafa da eşit mesafede durmayı hedeflemiş, bu yaklaşımın ise hem petrol piyasası üzerindeki etkileri hem de bölgesel güç dengesi
gözetilerek şekillendirildiği düşünülmüştür.
Reagan dönemi, Irak-ABD ilişkilerinde belirgin bir
değişimin yaşandığı dönemlerden biri olarak kaydedilmiştir. Irak'ın, Amerikan yönetimine olan olumlu yaklaşımı ve ABD ile ticari
ilişkilerin güçlenmesi, bu sürecin en belirgin göstergelerinden biridir. Ancak bu süreçte ABD'nin Körfez'de artan askeri
varlığı ve buna bağlı olarak oluşturulan doktrinler, bölgesel dengeyi koruma adına atılan adımlar olarak değerlendirilebilir.
Irak ve İran arasında yaşanan savaşın Amerika için stratejik bir önemi vardı. İran'ın savaşta elde edeceği
bir üstünlük, Körfez'deki müttefikleri için tehdit oluşturabilirdi. Bu nedenle Amerika'nın Irak'a olan yakınlaşmasında, İran'ın potansiyel bir tehdit olarak değerlendirilmesinin rolü büyüktür.
Özetle, bu süreçte ABD'nin Orta Doğu politikaları hem bölgesel
dengeyi koruma hem de enerji güvenliği gibi stratejik çıkarları gözeterek şekillenmiştir. Irak-ABD ilişkilerinde yaşanan bu evrimsel değişim, bölgesel ve küresel dinamiklerin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
İran-Irak savaşının Amerika için stratejik önemi büyüktü. Bu
savaşın sonucu, Basra Körfezi'ndeki enerji yollarının kontrolüne ve böylece dünya enerji piyasasına doğrudan etki edebilirdi. Irak'ın bu savaşta zafer kazanması İsrail lobisi tarafından olumlu karşılanmazken, İran'ın zaferi petrol fiyatlarını olumsuz etkileyebilirdi. Bu nedenle, ABD'nin tarafsızlık politikasına rağmen, bölgedeki stratejik çıkarları gereği, zamanla Irak'a daha olumlu bir
yaklaşım sergilemesi kaçınılmazdı.
Reagan'ın göreve gelmesiyle birlikte, bu politika daha da belirginleşti. Irak, Amerikan yönetimine karşı olumlu bir yaklaşım sergilerken, ABD de Irak'a ekonomik destekte bulundu. Bu, ticari ilişkilerin güçlenmesine
ve Amerikan şirketlerinin Irak'ta büyük projelerde yer almasına neden oldu.
Ancak, bu yakınlaşma, ABD'nin bölgede artan askeri
varlığını ve Carter ile Reagan doktrinlerini doğurdu. Bu doktrinler,
Körfez'de Amerikan çıkarlarını koruma amacını güçlendirdi ve bu amaçla her türlü askeri müdahaleyi meşru kıldı. Özellikle Hürmüz
Boğazı'nın kontrolü, bu stratejik çıkarlar arasında en önemlisiydi.
İran-Irak savaşının ilerleyen dönemlerinde,
Washington'da İran'ın savaşı kazanabileceği endişesi artmıştı. Bu,
Amerikan yönetimini, Irak'la daha sıkı ilişkiler kurma ve bu ülkeye daha fazla destek verme yönünde hareket etmeye itti. Bununla
birlikte, ABD'nin Orta Doğu'da sürekli bir denge politikası izlemesi, Arap-İsrail meselesiyle de yakından ilişkilidir. Irak'ın Filistin meselesine
yaklaşımı, ABD ile ilişkilerini olumlu yönde etkileyen bir faktör
olmuştur.
Netice olarak, İran-Irak savaşı, ABD'nin bölgedeki stratejik çıkarlarını koruma amacını ve buna bağlı olarak Orta
Doğu politikalarını derinden etkilemiştir. Bu dönemde
yaşanan olaylar, Amerika'nın küresel enerji piyasasındaki rolü ve bölgesel denge politikaları arasındaki karmaşık ilişkiyi göstermektedir.
8.)1980'lerin başında ve ortasında Amerika'nın Orta
Doğu
politikasındaki karmaşıklık
1980'lerin başında ve ortasında Amerika'nın Orta
Doğu politikasındaki karmaşıklık, İran-Irak savaşı bağlamında da
aynen kendini gösterdi. Amerika'nın çıkarları, karmaşık bir dizi dengelemeye tabi tutuldu. Bu dönem, aynı zamanda iki kutuplu bir dünya
düzeninin yavaşça sona erdiği ve bölgesel güçlerin etkisinin
arttığı bir dönemdi. Bu yeni dinamikler, ABD'nin Orta Doğu'da
izlediği politikaları da etkiledi.
Reagan yönetimi başlangıçta İran-Irak savaşına müdahale etmemeyi tercih ederek tarafsız bir tutum benimsedi. Ancak,
savaşın ilerleyen aşamalarında, Amerika'nın stratejik çıkarları
doğrultusunda bu tarafsızlık ilkesinden sapma eğilimi gösterdi. Özellikle
Hürmüz Boğazı'nın stratejik önemi, bu politika değişikliğinde büyük bir rol oynadı. Boğazın kapatılması, dünya petrol piyasasına olumsuz bir etki yapacak, bu da Amerika'nın enerji güvenliğini doğrudan tehdit edecekti.
1982'nin başlarında, Amerikan yönetimi, Irak'a yardım etmenin
stratejik bir gereklilik haline geldiği sonucuna vardı. Ancak bu yardım, sadece ekonomik ve diplomatik anlamda değil, aynı zamanda askeri anlamda da gerçekleşti. Amerikan istihbaratı, Irak'a kritik bilgiler
sağladı ve bu da savaşın gidişatını etkileyebilir bir faktördü.
Ancak Amerika'nın bu dönemdeki Orta Doğu politikası, "Irangate"
skandalı ile daha karmaşık bir hal aldı. Amerikan yönetiminin hem İran'a
hem de Irak'a silah satması, ABD'nin bölgedeki denge stratejisini yansıtıyor olabilir. Ancak, bu hareket Amerika'nın bölgedeki itibarına zarar verdi ve ikiyüzlü bir politika izleniyor izlenimini
güçlendirdi. İran'a yapılan gizli silah satışları ve bu
satışların gelirlerinin Nikaragua'da karşı-devrimcilere yönlendirilmesi,
Amerikan dış politikasındaki karışıklığın bir başka örneğiydi. Bu
durum, ABD'nin çıkarlarını koruma adına esnek ve bazen çelişkili politikalar izleyebileceğini gösterdi.
Sonuç olarak, 1980'lerin başında ve ortasında,
Amerika'nın İran-Irak savaşına yaklaşımı, stratejik çıkarlarını koruma ve bölgesel dengeleri sürdürme arzusu arasında bir denge kurma çabasıydı. Ancak bu dengeleme, bazen
karmaşık ve çelişkili politikalara yol açtı. Bu da Amerika'nın bölgede
izlediği politikaların sık sık eleştirilmesine neden
oldu.
9.) İran-Irak savaşı sırasında Amerika'nın takındığı pozisyon
İran-Irak savaşı sırasında Amerika'nın
takındığı pozisyon, stratejik çıkarlarına dayanıyordu. Basra Körfezi, küresel enerji piyasaları için kritik bir taşıma yoluydu ve Amerika bu bölgedeki dengelerin kendi lehine olmasını istiyordu. Bu, savaşın
başlangıcından itibaren Amerika'nın tarafsızlık politikasını izlemesini etkileyen bir faktördü. Ancak, savaşın süresi ve şiddeti arttıkça Amerika'nın bu politikasında değişiklikler oldu.
Güvenlik Konseyi'nin 598 sayılı Kararı, savaşın sona
erdirilmesi için önemli bir dönüm noktasıydı. Amerika, bu kararı destekleyerek hem İran'la olan ilişkilerini hem de bölgedeki pozisyonunu güçlendirmeye çalıştı. Ancak, bu kararın kabul
edilmesi Amerika'nın İran ile ilişkilerini tamamen düzeltmedi.
İran, kararda savaşın saldırganının belirlenmemiş olmasından rahatsızlık duydu ve Amerika'nın bu konudaki tavrını eleştirdi.
Amerika'nın bölgedeki askeri varlığı, İran-Irak savaşı sırasında önemli bir rol oynadı. Amerikan donanmasının Basra Körfezi'ndeki
varlığı, Hürmüz Boğazı'nın stratejik önemini vurguluyordu. Amerika,
boğazın kapatılmasının petrol taşımacılığını olumsuz etkileyeceğini ve bu durumun küresel ekonomiye zarar vereceğini biliyordu. Bu nedenle, Amerika boğazın açık kalmasını sağlamak için her türlü adımı atmaya hazırdı. Amerika'nın bu dönemde bölgedeki politikasının bir diğer karmaşık yönü de iki savaşan ülkeye de silah satışıydı. Bu, Amerika'nın bölgedeki dengeleri koruma amacını
yansıtıyordu. Ancak, bu politika Amerika'nın bölgedeki itibarına zarar verdi. Özellikle “Irangate” skandalı, Amerika'nın bu çatışmadaki
rolünü daha da karmaşık hale getirdi.
Savaşın sona ermesinin ardından, Amerika'nın bölgedeki
pozisyonu daha da güçlendi. Irak, Amerika'dan ekonomik ve askeri yardım aldı ve bu, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e saldırmasına yol açan 1990'daki Körfez Krizi'ne kadar devam etti. Bu kriz, Amerika'nın
bölgedeki rolünü ve politikalarını yeniden değerlendirmesine neden oldu.
Sonuç olarak, İran-Irak savaşı, Amerika'nın Orta Doğu politikasında önemli bir dönemdi. Amerika, stratejik çıkarlarını
korumak ve bölgedeki dengeleri kontrol etmek için karmaşık ve bazen çelişkili politikalar izledi. Ancak, bu politikalar Amerika'nın bölgedeki uzun vadeli çıkarlarına hizmet etti.
10.) Sonuç:
İran-Irak Savaşı'nın incelendiği bu analizde, Amerika'nın Orta Doğu'daki stratejik çıkarlarını koruma ve bölgedeki
dengeleri sürdürme çabalarının nasıl karmaşık ve bazen çelişkili
politikalara yol açtığı gözler önüne serilmiştir. Basra Körfezi ve
özellikle Hürmüz Boğazı'nın stratejik önemi, Amerika'nın bu iki ülkeye yönelik politikasını büyük ölçüde şekillendirdi. Ancak, Amerika'nın aynı anda hem İran'a hem de Irak'a silah
satışı yapması, onun bölgedeki "dengeleyici" rolünün bir yansımasıydı.
Güvenlik Konseyi'nin 598 sayılı kararı ve sonrasındaki gelişmeler, Amerika'nın bölgedeki stratejik manevralarının ne kadar esnek ve uyarlanabilir olduğunu gösteriyor. Ancak, bu politikalar Amerika'nın bölgedeki itibarını zedelerken, aynı zamanda onun global bir güç olarak bölgedeki etkisini sürdürme
kapasitesini de ortaya koydu.
Özellikle “Irangate” skandalı, Amerika'nın bölgesel politikalarındaki karmaşıklığın ve ikiyüzlülüğün bir
göstergesi oldu. Ancak bu tür skandallar ve Amerika'nın bölgedeki stratejik manevraları, Orta Doğu'nun karmaşık jeopolitik yapısında ve bu bölgedeki enerji kaynaklarının küresel önemin bir yansımasıdır.
Son olarak, İran-Irak Savaşı Amerika'nın Orta Doğu politikasındaki dinamikleri ve onun küresel bir güç olarak bölgedeki
etkisini anlamak için önemli bir vaka çalışmasıdır. Bu savaş, Amerika'nın
bölgedeki stratejik çıkarlarını nasıl koruduğunu ve bölgesel dengeleri nasıl sürdürdüğünü gösteren bir örnek olarak tarihsel kayıtlarda yerini almıştır.
6 Ekim 2023, Lüksemburg