Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -
      Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -

Şeyh Said hadisesinde yerleri bilinmeyen Naaşlar

Şeyh Said hadisesinde yerleri bilinmeyen Naaşlar

Ümit Yazıcıoğlu

 

Geride bıraktığımız yüzyılın ilk yarısında Kürtler açısından büyük dramatik gelişmeler yaşandı. Bugün Kürt halkının ulusal önderlerinden Şeyh Said ve 46 arkadaşının idam edilişlerinin 93cü yıldönümü. Merhum Şeyh Said. Kürt Tarihinde her konuda söz söyleme hakkı olan mutlak güç sahibi siyasi ve ruhani bir lider olarak belirlenmektedir.

 

Şeyh Said, 1865 yılında Elazığ'da doğdu. Palu, Diyarbakır ve Muş bölgelerinde öğrenim gördü. Bu dönemde Nakşibendi Tarikatı'na katılarak dergahın başına geçti.  I. Dünya Savaşı sırasında Rusya'nın Doğu Anadolu'yu işgal etmesi üzerine Piran'a taşındı. Daha sonra Hınıs Kolhisar'a yerleşti. 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da idam edildi. 

Şeyh Said, Seyyid asıllı bir aileden gelmekteydi. İlk evliliğini dedesi Şeyh Ali Septi’nin halifelerinden Şeyh Ahmed-i Çani’nin kızı Amine Hanım ile yapmıştır. Bu evlilikten beş kız beş 5 erkek olmak üzere toplam on çocuğu olmuştur.

Şeyh Said'in ilk eşi Rus Harbi'nden dolayı Hınıs’tan Piran’a göç ettiği zaman rahatsızlanmış ve vefat etmiştir. Daha sonra Kürt Miralayı Hamidiye Alaylarının liderlerinden Cibranlı Halit Bey'in kız kardeşi Fatma Hanım ile ikinci evliliğini gerçekleştirmiştir. 

Binbaşı Kasım’ın ihbarıyla 15 Nisan 1925 günü Muş-Varto arasında Murat Nehri üzerinde bulunan Abdurrahman Paşa köprüsünde yakalanmışlardır.

 

Şeyh Sait ve arkadaşları hemen Diyarbakır’a getirilir Şark istiklal Mahkemesi denen mahkemede adil olmayan yargılamalar yapılır. 28 Haziran 1925 Pazar sabahı, mahkeme heyeti, kararını açıklamak üzere daha sahneye çıkmadan, Diyarbakır’ın Dağ kapı meydanında çekiç, testere ve keser sesleri duyulmaya başlanmıştır. 29 Haziran günü sabaha karşı meydan yerinde, neye memur olduklarını bilmeyen, üçer ayaklı, kafasız ve gövdesiz heyulalara benzer sehpaların yanına Şeyh Said efendi ve 46 arkadaşı getirilir. Bu defa Şeyh Said efendi , İdamlıklar dizisinin en önünde değil, orta yerindedir. İstiklâl Mahkemesi âzası, kumandanlar, memurlar ve kalabalık bir halk yığını… Herkes panayıra koşarcasına, biraz sonra can verecek insanları seyretmek için meydana üşüşmüş, memedeki çocuğunu kapıp sökün eden annelere kadar gelmeyen kalmamış ve ortalığı «eğlencelik!», «buz gibi ayran!», «karamela!» diye nâra atan satıcılar kaplamıştır. Bu ne hazin manzara!.. Aynı manzara kısa bir müddet sonra «Suikast» mahkûmları asılırken İzmir’de de meydana gelecek ve İttihatçıların Maliye Nazırı, tamamıyla suçsuz ve şöhretine kurban Cavid Bey, cellâdına şöyle diyecekti:

— Kuzum, beni çabucak as da bu manzarayı görmeyeyim.

Merhum Şeht Said Efendi 48 arkadaşı ile beraber 28 Haziran 1925 günü sudan sebeplerle idam cezasına çarptırıldılar. Ve 46 kişi aynı gece bundan tam 93 yıl önce Diyarbakır’da infaz edilir.

 

İlmik boynuna geçirildikten sonra, Kürtçe söylediği son söz ise; „Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler. “

 

Şu bir gerçek ki, 1925 Ayaklanması ulusal bir harekettir. Hadiseyi kendi şartları içerisinde değerlendirmek lazımdır. Bu ulusal Kürt hareketini, irticai bir hareket olarak lanse etmek yanlıştır.

 

Ancak isyan, milliyetçi Kürt cemiyetleri, aşiret reisleri ve şeyhler arasında iş birliğinin mümkün olduğunu göstermiştir. Bu dönemin koşuları dikkate alındığında bile 1925 Kürt ayaklanmasını Kıyam olarak, değerlendirmek, doğru değildir, çünkü Şeyh Said müstakil bir Kürt devleti kurmak için savaşmıştır. Olayı siyasi olarak organize etmiş değildir. Organizeyi Azadi örgütü yürütmüştür. Bu Örgütün kadrosunu birkaç kişisel etki dışında, deneyimli askerler oluşturuyordu. Bu örgütün Kürt tarihinin bir dönemine damgasını vurduğu kesindir. Ancak resmi tarih, Azade’yi hep atlamıştır. Dolayısıyla devletin resmi kaynaklarında ve resmî ideolojinin perspektifleriyle olaya bakan çevrelerin değerlendirmelerinde Azadî pek geçmez, çünkü Azadînin varlığı ve kabulü, talimatlarla inşa edilen resmi ideolojinin yıkımı demektir.

 

Bu arda unutmamak gerekir ki Azadî kadroları o dönem, Bolşevikleri ikna etmek için, örgütün yapısı ve gücü hakkında kendilerine bilgi verirler ve bu bilgiler daha sonra iki yüzlü Bolşevikler vasıtasıyla Ankara Hükümetine ulaştırılır. Dolayısıyla gelişmelerden Hükümet haberdar olur, Şeyh Said’i takibe alır ve Piran provokasyonu gerçekleşir.

 

1925 Ayaklanmasının, Şeyh Sait Hareketi olarak anılması, ayaklanmanın örgütlü bir faaliyet olduğu realitesini göz ardı etmek olur. Aksi halde kapsamlı ve doğru bir tahlil yapılamaz. Bu direniş, Kürdistan‘ın ulusal bağımsızlığını amaçlayan örgütlü bir harekettir.

 

a) ŞeyhSaid neden isyan etmiştir?

 

Şeyh Said Efendinin muhakemedeki bazı açıklamalarını burada belirtmekte fayda var kanaatindeyim.

 

En sert bir dille savcı tarafından idamı istenen Şeyh Said efendi müthiş bir tevekkül ve her şeye hazır bir vekâr görünüşü içinde ve suallere tek tek cevap vermekte…

 

Hulâsa ve meal olarak: «Tahsiliniz?» sualine:

— Medrese okudum. Fıkıh, mantık, bedî, beyan vesaire…—

«Bu işi nasıl yaptınız?» sualine:

— Şeriat hükümleri tatbik edilmezse kıyam vaciptir.

«Neticelerini düşünmediniz mi?» sualine:

— Şeriatımız uğrunda ölürsek dinsiz gitmeyiz.

«Müslümanı Müslümana kırdırmak caiz mi?» suali*ne:

— Hazret-i Ali bağlılariyle Hazret-i Muaviye bağlıları da müslümandı.

«Ayaklanmanın başlangıç vesilesi nasıl oldu?» sualine:

— Pîran köyünde jandarma subayına «bu adamları tutmayınız, etraf silâhlı bir kalabalıkla çevrili, bir vuruşma çıkabilir, kalabalık dağılsın, o zaman teslim alın, ben de yardımcınız olurum.» dedim, fakat dinletemedim. Vuruşma kaçınılmaz oldu ve sonra benim üstüme yöneldi. Yoksa ben dâvamı sulh ve anlaşma yoluyla halledecektim. Kader böyle bir patlamayı oldu – bitti haline getirdi. Ben de sürüklendim?

«Her şeyi kadere bağlıyorsunuz. Cüz’i iradeyi inkâr mı ediyorsunuz?» sualine:

— İnkâr etmem! Her şeyi ihtiyarımla yaptığım besbelli… Eğer Pîrandaki patlama meydana gelmeseydi isteklerimi Ankara’ya yazılı olarak bildirecektim.

«Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin eski idarelerde olduğu gibi bu isteklere baş eğebileceğini sanıyor muydunuz?» sualine:

— Kabul etmeyebilirdi. O zaman da ben hicret eder veya köyüme çekilip sessiz sedasız otururdum. Böyle bir hadiseyle mecbur hale gelmiş olmazdım.

«Bunca Müslüman kanının akmasına sebep oldunuz! Bu günahı düşünmediniz mi?» sualine:

— Evet, bunun günah olduğunu kabul ederim. Ne yapalım ki, bu yola girmeye cebredildik ve bu cebre mukavemet edemedik.

‘’Bu noktada Şeyh Said  Efendi'nin mahrem din inceliklerinden birini nihayet anlamış ve bunu itiraf soyluluğunu göstermiş olmak makamındadır. Cevapları gayet keskin, tavrı gayet ağırbaşlı ve hali gayet pervasızdır. Hakkında da sözde Şeyh Şemseddin’e yöneltilen sahte şeyhlik ve nefsanî istismarcılık ithamlarından hiç biri yoktur. İsyana önceden tertibatı olup olmadığı sualine sadece «hayır, yoktu!» diye karşılık veriyor, fazla düşünmeden İslâm vecdi ve iman kuvvetiyle ileriye atıldığını söylüyordu. Onu muhakkak ki, iman Öfkesi çıldırtmıştı. Dâva üzerinde en emin ve işin iç kesimlerini belirten görüş budur.’’

 

— Diyarbakır’ı düşürseydiniz ne yapacaktınız? Sorusuna cevaben Şeyh Said efendi şunu söylüyor.

— Orada tutunmaya bakacaktık. Ankara’ya yazacak, şeriat isteyecek ve anlaşma yolu arayacaktık. Biz sadece Kürdistan için değil, aynı zamanda Allah için ayaklandık,

— Kendinize «emir-ül-mücahidin» ve peşinden «emir-ül müminin» unvanını yakıştırmışsınız. Bu unvanların ikincisi sadece halifelere aittir. Buna nasıl yeltenebildiniz? Bunu bir yakınınızın yazdığı mektuptan öğreniyoruz.

— Yazan küstahlık etmiş ve bana bu unvanları kendi kendisine yakıştırmış… Ben ikinci unvanı asla kullanmadım. Birincisinden de nefsim bakımından çabucak is*tikrah ettim ve «hâdim-ül-müminîn: müminlerin hizmet edicisi» sıfatını benimsedim.

«Sorguya mahkeme üyesi Ali Saip Bey devam etti. Şeyh Sait din hükümlerinin zedelendiğini ileri sürmüştü.

Ali Saip Bey Bununla neyi kastettiğini sordu. Şeyh Sait dedi ki:

— İçki yasağı kaldırıldı. (İslâm’a kılıç çeken, İslâm değildir) hadîsinden haberiniz yok mu?

Ali Saip cevap verdi:

— Hamdolsun, hepimiz müslümanız. Kuran okuyoruz. Zekât veriyoruz.

Şeyh Sait önce direndi:
— Din ahkâmından hangisi var? Ali Saip Bey sertleşti:
— İslâm’da senden daha âlimi yok mudur?
— Çoktur
— O halde?

Şeyh Sait yavaş bir sesle:

— Aklımın kıtlığı yoktur, bu sorduğunuz soruların hadiseyle ne ilğisi var Dedi.»

Mahut kalemin çizdiği şu tablo Kur’an okuduğu ve zekât verdiğinden bahseden din cellâdı karşısında Şeyh Said Efendi’nin ne metanetli, yerine göre istihzalı ve daima hâkim ve dâvasına sadık bir duruş ifade ettiğini göstermez mi?

 

Bundan sonra sayıları 50yi bulan öbür sanıklara geçiliyor. Bunlardan çoğu, kelleyi kurtarmak taktiğiyle Şeht Said efend’iyi suçlama yoluna sapıyorlar ve Şeyhin maksat ve gayesi etrafında türlü lâflar ediyorlar.

 

Bu sütunlarda özet olarak, Merhum Şeyh Said efendinin liderliğinde yürütülen 1925 Kürt ulusal ayaklanmasını dile getirmiştim. Bu konuda okuyucularımdan çok yorum aldım. Yorum yazanların bir kısmı uluslararası ilişkileri iyi bilmedikleri veya ecnebi devletlerinin arşivlerinde bu konuda detaylı araştırma yapmadıkları için, hareketin uluslararası arenadaki, ulusal yanını görmemezlikten gelmektedirler. Bazı kelime oyunlarıyla harekâtın sadece dini yanını öne çıkarmak istemektedirler. Bu arkadaşların dini düşüncelerine onlar kadar benimde saygım var. Fakat bu insanlarımıza tavsiyem hadiseyi objektif olarak değerlendirmeleri, eleştirilerini de kalp kırmadan yapmalıdırlar.

 

Rahmetli Şeyh Said Efendi Kürd halkının, kendi kadim toprakları üzerinde siyasi iktidar sahibi olması, kendi geleceğini özgürce belirlemesi için 1925 Kürt ulusal ayaklanmasının liderliğini yapmıştır. Asıl amacı bir „Kürt Devleti“ kurmaktı.

 

b) 6. Ocak 1925 tarihinde Tekman’ın Kırıkhan köyünde yapılan toplantı

6 Ocak 1925te Şeyh Said, Kürd ileri gelenleri ile Tekman’a bağlı olan Kırıkhan köyünde ilk değerlendirme toplantı düzenlerler. Bu toplantıya rahmetli Şeyh Said , rahmetli Seyda Ömer ve yörenin ileri gelenleri katılırlar. Rahmetli Seyda Ömer Yazıcı Zaza Kürtlerindendir, büyük bir İslam alimidir, aslen Bingöl Kiğili’dir, 1925 Şeyh Said hareketinde Tekman’ın Hırbe Xello ( şimdiki ismi Erence ) köyünde Köy imamıdır ve aynı zamanda zat-ı alileri benim de demdir. Yapılan ilk toplantıda Cami Öztürk isimli onun Şuşarlı yakın korumalarından biriside hazır bulunmaktadır. Merhum Cami Öztürk’ü o hayattayken görme olanağım oldu. Bizlere Şeyh Said hareketini ve kendisinin bu nedenle Hınıs’ta yattığı cezaevi yıllarını anlatırdı. Özeten şunları aktardı. ''Şeyh Said’in 1912’de Kürt uyanışını sağlamayı hedefleyen Kürt hareketinin bir kolu ile birlikte bulunduğu yönündedir. Âzâdî isimli bu hareket, zamanla önemini kaybetmekle birlikte 1923’te Erzurum’da tekrar teşkilatlanarak Şeyh Said isyanını planladı. Nitekim kuruluş içinde yer alan isimlere bakıldığında (Cibranlı Hâlid Bey, Kör Hüseyin Paşa, Hasenanlı Hâlid Bey, Yûsuf Ziyâ Bey, Ekrem Cemil Bey, Şûrâ-yı Devlet eski reisi Seyid Abdülkadir Bey) bunların potansiyel bir güç oluşturduğu görülür. Hükümet bu organizasyonu 1924’te Irak sınırında çıkan bir isyanla ilişkilendirerek dağıtmak istedi, bazı liderleri tutuklandı, Şeyh Said de bunlar aleyhinde ifade vermeye çağrıldı. Fakat Şeyh Said buna uymak yerine, muhtemelen kendisini güvende hissetmediği için Palu’daki dedesinin kabrini ziyaret maksadıyla Hınıs’tan yola çıktı.  Tatos'a uğradi. Şimdiki Tekman’ın Hırbe Xello  köyünde olan Molla Ömeri yanına alarak 6 Ocak 1925 günü Şuşar  mıntıkasında bulunan Kırkan köyünde toplantı düzenledi.  Pek çok müridi ve bağlıları da onlara eşlik ettiler. Eskiden ikamet ettiği Diyarbakır yakınlarındaki Piran köyüne (bugünkü Dicle ilçesi) misafir oldu ve ilk rivayette bahsedilen olaylar meydana geldi''.

 

Bu bağlamda Tekman la ilgili kısa bir değerlendirmeyi de burada yeri gelmişken vurgulamak istiyorum. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra Tekman çeşitli nedenlerle 1946 yılına kadar Hınıs’a bağlı bir köy statüsünde adil olmayan muamele görmüştür. Devlet 29. Ekim 1923 den bugüne Tekman’a yeterli bir hizmet getirmemiştir ve hep yöre insanına hor gözle bakmıştır. Bu durumun ana sebeplerinden birisi 6 Ocak 1925 yılında Şeyh Said ve Seyda Ömer’in yörenin ileri gelenleriyle birlikte Tekman’ın Kırıkan köyünde ilk değerlendirme toplantısını yapmış olmalarından kaynaklanır.

 

Tatos yani Türkçeleştirilen ismiyle Tekman, kuruluş tarihi tam olarak bilinmese bile, 1517 yılında Osmanlı idaresine katılmak zaruriyetinde kalmış Erzurum’un şirin bir ilçesidir. Bölgenin XIX. yüzyıldaki İdari Taksimatı ve İktisadi Durumu 1281/1864 tarihli salnameye göre Hınıs ve Tekman Erzurum sancağına bağlı kaza statüsündedirler. Malazgird ve Bulanık ile Varto-yı Ulya ve Varto-yı Süfla’da Muş sancağına tabi müstakil kazalardır. Bu iki sancağın merkezi Erzurum eyaletidir. Dolayısıyla Tekman 1527’de Osmanlı İmparatorluğu’nun idari taksimatını gösteren defterde (Topkapı Sarayı Arşivi, D 5246) Vilayet-i Kürdistan denilen ve Kürt aşiret reisleri tarafından yönetilen sancaklara tabidir.

 

Rahmetli Cami Öztürk’ün bana anlattığına göre, Rahmetli Şeyh Said efendinin o gün Kırıkhan köyünde kullandığı cümle şudur: „Bizi Türklerle birlik kılan şeriat ve hilafetti, Türkler şeriatı yok sayıp hilafeti kaldırdıklarına göre artık bizi birbirimize bağlayan hiçbir bağ kalmamıştır. Dolayısıyla bizler Kürtlerin bağımsızlık hakkını yarın hiçbir kimse ile tartışma konusu yapmayacağız. İlahi adalet, uluslararası hukuk, vicdan ve insanlık onuru da bunu emreder. Şimdi bir Kürd Devleti kurulmalıdır, ““ demiş. Ama Kırıkhan’daki toplantıda kurmak istediği devletin idari şekliyle ilgili kesin bir görüş belirtmemiş. Dolayısıyla rahmetli Şeyh Said’in dini konumuna ve rolüne takılıp hareketin ulusal yanını görmemek büyük bir yanılgı olur.

 

Adaleti olamayan istiklal Mahkemesi Savcılığının iddianamesinde Şeyh Said hareketinin ulusal yanının bir tarihi ispatıdır. Şöyle ki İstiklal Mahkemesi “sanıkların” son söz ve müdafaalarını dinledikten sonra, ittihaz eylediği 28 Haziran 1341 [1925] tarih ve 341/69 numaralı kararı, aynı gün, Mahkeme Başkanı tarafından, açık celsede “sanıklara” tebliğ edildi.

 

Mahkeme kararında şöyle deniliyordu: “Din ve şeriatı alet ittihaz ederek, hakikatte `müstakil bir Islam Kürt hükümeti´ kurmak[1] maksat ve gayesiyle Şeyh Said’in vukua getirdiği müsellah [silahlı] isyan ve ihtilal hareketlerine muhtelif şekil ve suretlerde karışıp katılarak isyanın devam ettiği haftalar ve aylar boyunca, birçok şehir, kasaba ve köyleri –devlet ve hükümet zabıta ve askeri kuvvetleriyle, kanlı ve harp halinde, çarpışmak suretiyle- zapt ve işgal eden ve ihtilal bölgesindeki en mühim vilayet merkezlerinden Diyarbakır şehrini dahi muhasaraya alan ve orada dahi inat ve ısrarla harp ve kıtalden çekinmeyen ve nihayet uğradıkları acz ve mahrumiyetten sonra tutuldukları günlere kadar birçok asker, zabit ve vatandaşları cerh, şehit, esir eden, sirkatler, gaspler, yağmalar yapan ve yaptıran şahıslardan oldukları iddiasıyla muhakemeleri icra edilmiş olan seksenbir sanıktan; 1. Şeyh Said (Palu’lu, Nakşibendi Tekkesi şeyhi), 2. Melekanlı Şeyh Abdullah, 3. Kamil Beg, 4. Baba Beg, 5. Şeyh Şerif, 6. Fakih Hasan Fehmi, 7. Hacı Sadık, 8. Şeyh Ibrahim, 9. Şeyh Ali, 10. Şeyh Celal, 11. Şeyh Hasan, 12. Mehmet Beg, 13. Mustafa Beg, 14. Salih Beg, 15. Şeyh Abdullah, 16. Şeyh Ömer, 17. Şeyh Adem, 18. Kadri Beg, 19. Molla Mahmud, 20. Şeyh Şemseddin, 21. Şeyh Ismail, 22. Şeyh Abdüllatif, 23. Molla Emin, 24. Ali Arab Abdi Beg, 25. Mehmet Beg, 26. Süleyman Beg, 27. Molla Cemil, 28. Süleyman Beg, 29. Süleyman Beg, 30. Tahir Beg, 31. Mahmut Beg, 32. Şeyh Ali, 33. Hacı Halid, 34. Timur Ağa, 35. Abdüllatif Beg, 36. Mehmet Beg, 37. Süleyman Beg, 38. Bahri Beg, 39. Şeyh Cemil, 40. Yusuf Beg, 41. Ali Badan Beg, 42. Halid Beg, 43. Halid Beg, 44. Tahir Beg, 45. Tayip Ali Beg, 46. Çerkes, 47. Jandarma Hamid, 48. Hüseyin Hilmi Bey, 49. Hasan (Hani’li Salih Beg’in oğlu, 11 yaşında), isyanın asli faillerinden olarak “idam cezasına” mahkum edildiler.

 

Ancak bunlardan Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey’in evvelce, muhtelif zaman ve mahallerde vatani hizmetleri olduğu anlaşıldığı için geçmiş bu hizmetlerinin hafifletici sebep olarak kabulü ile idam cezasının 15 sene kürek cezasına tahviline, Salih Beg’in oğlu Hasan’ın da 15 yaşını ikmal etmemiş olmasına binaen onun hakkındaki idam cezasının da `berayi ıslah´ 10 sene hapse çevrilmesine ittifakla karar verilmiştir.[2] Böylece, 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’da başlayan Islamî/Nakşibendî direnişinin yönetici kadrolarından Şeyh Said ile birlikte toplam 47 şahsiyet, Mahkemece verilen idam kararı üzerine, 29 Haziran 1925 Pazartesi günü saat 03:00 sıralarında, Diyarbakır’ın Dağ kapı mevkiinde kurulan 47 sehpada asılarak idam edilmiştir.

 

c) İstiklâl Mahkemelerine rolü

1925 ayaklanmasının başlamasından birkaç gün sonra dönemin Başbakanı Fethi Bey (Okyar) siyasi baskılar sonucu istifa etmek zorunda kaldı. Onun yerine İsmet Paşa (İnönü) yeni bir hükümet kurdu. Meclis, hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan Takriri Sükûn Kanunu’nu çıkardı. Ankara ve Diyarbakır’da İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Kimse şimdi bana İstiklâl Mahkemeleri adil yargıladı, adil karar verdi diyemez, çünkü Şeyh Said ve arkadaşlarını mahkûm eden mahkemeleri günümüzde yasal olarak değerlendirmek bile yanlıştır. İstiklal mahkemeleri adil karar vermemişlerdir, adil yargılama yapılmamıştır. Bu realiteyi kimse artık inkâr etmemeli. Eğer adil bir yargılama olmuş olsaydı bu insanların cenazeleri en azından ailelerine teslim edilirdi.

 

d) Hadisenin Kıyam olarak değerlendirilmesi

Kıyam Arapça bir kelimedir. Ayağa kalkma, ayakta durma * Bir işe girişme, kalkışma, teşebbüs etme * Ayaklanma, baş kaldırma, karşı gelme * İslâm inancına göre, ölümden sonra, yeniden dirilip ayağa kalkma * (namazda) Ayakta durma anlamına gelir. Şeyh Said hareketini ‘’kıyam “ olarak niteleyen kardeşlerimiz bu tabiri kavram düzeyinde algıladıklarını belirtmekteler. Ben bu algılamaların farkındayım. Bence 1925 ayaklanmasında Kürdi ve İslami düşünceler belirleyici rol oynamıştır. Bu nedenle ben hareketi Kıyam olarak adlandırmayı doğru bulmadım.

 

Sonuç: Netice itibariyle 1925 Ayaklanması Musul-Kerkük sorunu nedeniyle çıkarılmamıştır. Şeyh Said liderliğinde yapılan bu İsyan bir irtica hareketi olmadığı gibi, bölgede çıkarları zedelenen toprak ağaları tarafından da çıkarılmış değildir. Şeyh Said’in amacı bir „Kürt Devleti“ kurmaktı. Merhum dar bir gözlükle dünyaya bakmamıştır. Kürdistan “da, ağa, şeyh, aydın, Seyda, köylü, esnaf ve daha doğrusu bütün Kürtlerin birlikte hareket etmesini örgütleyebilmiştir. Kürdistanın yapı taşlarını bildiği için, Alevileri de Yezidileri de gayri Müslim’leri de kardeş görmüştür. Dolaysıyla 1925 Ayaklanması Kürt ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Kanaatimce Kürtler açısından bu ayaklanma ulusal temeldeki uyanışın önemli bir başlangıcıdır.

 

e) Şeyh Said’in Naaşı GATA’da mı?

29 Haziran 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi tarafından Diyarbakır Dağ kapı Meydanı'nda asılan Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kağıt kalem isteyerek kağıda Arapça olarak "Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve din ve milletim içindir." şeklinde bir yazı yazdı. Kelime-i Şehadet getirdikten sonra da idam edildi. Mezarının nerede olduğu halen daha bilinmemektedir.

 

Yakın tarihimizde, Kürt meselesi üzerine araştırma yapmanın bin bir türlü zorluğu ve engeli var. Zorluklardan biri resmî belge ve kayıtların araştırmacılara acık olmamasıdır. Şark İstiklal Mahkemeleri dosya ve tutanaklarının incelenmesi ancak TBMM Başkanlığının özel izni ile mümkün olabiliyor. Genelkurmay belgelerini incelemek ise benim gibi bilim adamları için hemen hemen mümkün değil.

 

Merhum Şeyh Said olayı, bugün bütün dünyada üzerinde fikir yürütülen büyük bir hadisedir. Hadise´nin dinsel mi, yoksa ulusal bir ayaklanma mı olduğu bugün de tartışılmaktadır. Şurası bir gerçektir ki, 1925 hareketi, din ağırlıklı ulusal bir başkaldırıdır. Bu tespiti rahmetlinin son sözlerinden anlamak çok mümkün. “Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim. İlerde torunlarımızın bizden dolayı düşman önünde utanç duymamaları bizim için yeterlidir”, diyor.

 

Dolayısıyla bende bir Kürt düşünürü olarak, bir bilim adamı ve yazar olarak Şeyh Said Ayaklanması ve rahmetlinin cenazesinin nerede olduğuna dair yıllardır arşiv araştırmaları yapıyorum. Bu konuda bugün sizlere önemli bir açıklamada bulunmak istiyorum. Geçenlerde İsviçre Dışişleri Bakanlığı arşivinde araştırma yaparken 08 Ağustos 1925 tarihinde İsviçre büyükelçiliği askeri ataşesinin Türkiye’den, İsviçre Dışişleri Bakanlığı’na göndermiş olduğu bir telgrafı okuma olanağım oldu (bu telgraf tabidir ki şifreyle yazılmış, kısa bir not). Belgenin Fotokopisini çekme iznim yoktu, sadece okuyabildim ve not alabildim. İçeriğini, daha doğrusu metinden anladığımı tercüme ederek sizlerle paylaşmak istiyorum.

“chzcyc 4

tf 24 xxxxx 25 2100

Ayaklanma nedeniyle Diyarbakır´da idam edilen, Kürtlerin Nakşi liderlerinden Şeyh Said, Şeyh Abdullah ve Piranlı Melle Mahmut’un naaşları, infazdan iki gün sonra askerlerce mezarlarından gece çıkarılarak, incelenmek üzere Ankara’da bulunan Askeri Tıp Fakültesi morguna gizlice bir askeri araçla bugün getirildi.

0721 nnnn col 5. 1925 8 12.00 1030 233 7306 52 1155”

Yukarıdaki bu satırlar 8 Ağustos 1925 yılında İsviçre istihbaratçılarınca yazılmış bir telgraf.

 

Şimdi idarecilerimize sormak gerekiyor, şifre numaralarını aynen verdiğim bu telgrafın anlattığı gerçek mi? Şeyh Said ve üç arkadaşının Naaşı halen Gülhane Askeri Tıp Akademisi´nin morgunda mı? Eğer naaşlar halen GATA morgunda ise, niçin aradan 84 yıl geçtiği halde, neden cenazelerimizi biz Kürtlere teslim etmiyorsunuz? Eğer naaşlar morgda değilse, GATA kayıtlarında Ağustos 1925’de bu meseleyle ilgili herhangi bir not veya kayıt var mı?

 

Diğer taraftan başka bir arşivde Şeyh Said ve arkadaşları hem şark istiklal mahkemesine ve hem de idama götürülürken, dakika dakika onların her hareketinin filme alındığı belirtiliyor. Böyle bir film var mı? Bu film o zamanın hükümeti tarafından incelendi mi? Genelkurmay arşivlerinde böyle bir film var mı? Eğer mümkünse arşivlerde bizlerinde inceleme yapmamıza olanak sağlanmalıdır. Eğer Şeyh Said’in ifadesi filme alındıysa, hadiseden 95 yıl gibi uzun bir süre geçtiği için, bizlerin bu filimleri incelemesi gerekir diye düşünüyorum.

 

Türkiye’deki Adli Tıp Kurumu'nun kökleri 1839 yılında Sultan II. Mahmut tarafından Galatasaray'da açılan Mekteb-i-Tıbbiyye-i Şahane'de ilk defa Tıbb-ı Kanuni (Adli Tıp) dersleri verilmesine dayanır. 1857 yılında Sultan Abdülmecid tarafından verilen bir fermanla içinde Tıbb-ı Adli İşleri Encümeni de bulunan “Meclis-i Umur-u Tıbbiyye-i Mülkiye ve Sıhhiyye-i Umumiyye Teşkilatı” kurulmuştur. Bu teşkilat daha sonra 1915 tarihinde kurulan Sıhhiyye Nezaretine bağlanmıştır. 1917 tarihinde 225 sayılı kanunla bugün Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren Adli Tıp Kurumumuzun temelleri atılmıştır. Adliye Nezareti (Adalet Bakanlığı) Teşkilatı içinde bugünkü anlamda bir kurum olarak Tıbb-ı Adli Müessesesi ve Meclisi kurulmuştur.

 

Adli Tıp konusu ve kurumu, Cumhuriyet Dönemi’nde önemsenmiştir ve çeşitli kanunlarla düzenlenmiştir. Dolayısıyla Şehid Şeyh Said efendi ve üç arkadaşının naaşlarıyla ilgili araştırma Genelkurmayın arşivlerinde ve Adli Tıp kurumu arşivlerinde araştırılmalıdır. Eğer Devlet izin verirse Rahmetli Şehid Şeyh Said efendinin Naaşına torunları günümüzde kavuşur, düşüncesindeyim. Dönemin, Ankara, Diyarbakır ve İstanbul’daki Hastahaneleri, Askeri ve adli tıp kurumunlarının, Valiliklerin ve Belediyelerin ve Müftülüklerinin arşivlerini araştırın. Şeyh Sait efendinin Naaşını bulursunuz, kannatindeyim.

 

Ayrıca konuyla ilgili olarak


a- Türk Anatomi ve Klinik Anatomi Derneği vasıtasıyla ülkemizde 1923-1933 yılları arasında anatomi derslerinde kadavra ile nasıl eğitim verildiği, kadavraların nereden, kimlerin izniyle Ağustos 1925 de nasıl temin edildiği araştırılmalıdır.


b- Türk Adli tıp kurumunda bugüne kadar 1925 hadisesinde idam edilenlerin naaşlarının saklanıp saklanmadığı objektif olarak araştırılmalıdır. Eğer Adli Tıp Kurumunun anatomi deposunda Ağustos 1925 den itibaren saklan herhangi ceset varsa ki, var olduğuna ben inanıyorum, bunların üzerlerinde DNA Testi yapılmalıdır. 

 

c) Diğer taraftan Cumhuriyet’in ilanıyla ismi “Türkiye Tıp Encümeni” bir dernek kurulmuştur.  “Türkiye Tıp Encümeni” isimli  bu dernek Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ve ilk Milli Türk Tıp Kongresi’ni yapmıştır. Ayrıca bu dernek 1925-1968 tarihleri arasında iki yılda bir olmak üzere 20 Milli Türk Tıp Kongresi düzenlemiştir. ''Türkiye Tıp Encümeni'' olan TC’nin en büyük ve ilk Milli Türk Tıp Kongresi’ni yapana bu Derneğin Ağustos 1925 ten ta 1935'li yıllar arasındaki arşivleri detaylı olarak incelenmelidir. Bu Dernek 1966 yılından itibaren “Türkiye Tıp Akademisi Derneği” adıyla çalışmalarına halen devam etmektedir.

 

 

Empfehlen Sie diese Seite auf:

Druckversion | Sitemap
{{custom_footer}}