Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -
      Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -

Ukrayna nedeniyle Rusya ile Batı arasındaki askeri-politik çatışma

Ukrayna nedeniyle Rusya ile Batı arasındaki askeri-politik çatışma

 

 

Ümit Yazıcıoğlu

 

Ukrayna konusunda Rusya ile Batı arasında keskin bir askeri-politik çatışmanın yaşandığı zeminde gölgede kalan Avrupa Birliği, Haziran ayının ikinci yarısında birdenbire, AB'nin onayından çok daha çarpıcı kararlarla kendini hatırlattı.

 

Moskova'ya karşı bir sonraki yaptırım paketini açıkladı. İlk olarak belirtmekte fayda var, ana Rusya toprakları ile Kaliningrad arasındaki kara geçişi sorununun aniden ağırlaşması, AB'nin Rusya'ya karşı ekonomik savaş alanındaki faaliyetleriyle bağlantıdır. 

 

İkinci olarak, AB üye devletlerinin liderleri 23 Haziran 2022'deki zirve toplantısında Ukrayna ve Moldovya’ya bu birliğe katılmaya aday ülke statüsü vermeyi kabul ettiler. Her iki durumda da henüz önemli veya gerçekten tehlikeli sonuçlar beklenmemekle birlikte, her iki olay da Avrupa Birliği'nin doğası, Avrupa'nın gelişimindeki rolü ve beklentileri hakkında düşünmek için bir fırsattır.

 

Bu gelişme özellikle ilginç, çünkü Avrupa Birliğinin entegrasyonu, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana uluslararası yaşamın en mitolojik konularından biri haline geldi. Bu şaşırtıcı değil - böylesine büyük bir egemen devletler grubunun görece istikrarlı ve uzun vadeli iş birliği gerçeği, uluslararası politika için zaten o kadar olağandışıdır ki, kaçınılmaz olarak, bu türlerin varlığının nedenleri hakkında inanılmaz sayıda hipoteze yol açar.

 

Bir fenomen ve özellikleri. 

 

Bir anlamda, bu Avrupa Birliğinin oluşumunun temel özelliği rekabet, şiddetli olarak devletler arası rekabet nedeniyle tüm tarihsel deneyimimizin zemininde bir mucize haline geldi. Bu nedenle, bunun nasıl mümkün olduğunu açıklama girişimleri, kaçınılmaz olarak, görevi fenomeni onun hakkındaki tartışmadan ayırmak olan yeni mitler ve yanılsamalar yaratılmasına yol açtı.

 

İlk ve en köklü olan, Avrupa Birliği'nin doğası gereği dışarıda saldırgan eylemlerde bulunmamak için kullanılamayacak kadar önemli barışçıl bir proje olduğu iddiasına dayanmaktadır. Aslında, etkileşime hâkim olan ülkelerin basit bir tahmininden bahsediyoruz- devletlerarası iletişim kurallarının ve normlarının dış dünyayla ilişkilerine entegrasyonuna katılanlar bilmelidirler ki. Hiç şüphe yok ki, ilk Avrupa entegrasyonu, katılımcıları arasındaki çelişkilere askeri bir çözümün mümkün olmadığı koşullarda gerçekten ortaya çıktı.

 

Ama tam olarak bu şöyle: Avrupa Birliğinin bütünleşmesini kuran ülkeler önceleri birbirleriyle savaşma fırsatını kaybettiler ve ancak o zaman hukuk ve kurumlar çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesi için ek fırsatların yaratıldığı bir birlik oluşturdular. Avrupa entegrasyonunun kurulduğu dönemde Batı Avrupa devletleri, özellikle - Almanya ve İtalya - iç ve dış politikalarını fiilen yönetemedikleri için, tarihteki en büyük askeri yenilgilerinin ardından bir dönem yaşıyorlardı. Her iki ülke de tamamen veya kısmen yabancı işgali altındaydı ve bu nedenle askeri seçeneği fiziksel olarak komşularına yönelik dış politikalarının araçlarından biri olarak göremediler. Fransa, resmi bir ülke olmasına rağmen- İkinci Dünya Savaşı'nın kazananı, aynı zamanda ABD ‘yede siyaseten bağımlıydı,

 

Daha sonra, Avrupa entegrasyonu, üyeleri arasında bile barışı yaymak için hiçbir şey yapmadı. Batılı ülkelerin uluslararası topluluğundaki bu sorunlar, 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikan iktidar egemenliği bölgesinde bulunan ülkelerin seçkinlerini etkin bir şekilde disipline edebilen ABD tarafından oldukça başarılı bir şekilde çözüldü. Tarihsel düşmanlar arasında tam olarak entegrasyon çerçevesinde gerçekten barışı sağlamanın tek yolu, Yunanistan ile geleneksel olarak hasımca olan ilişkilerini dikkate alarak Türkiye'nin AB'ye dahil edilmesi olacaktır.

 

Ancak, bu tam olarak AB'nin olanaklarının ve çıkarlarının dışında kalan şeydir – Günümüzde ise gerçekten ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti, 1961'de resmi ilişkilerinin başlamasından sonra Avrupa Birliği'ne katılmaktan hiç olmadığı kadar uzaktadır. Bazı Avrupalı ​​temsilcilerin de belirtmekten hoşlandığı bir başka örnek, Macaristan ile Romanya arasında Transilvanya konusunda yakın olduğu iddia edilen bir toprak çatışmasının önlenmesidir. Ama burada da asıl caydırıcı rolü daha çok NATO oynuyor ve gerçekte bu ittifakın varlığı için ABD'nin Doğu Avrupa'daki etkisinin en önemli altyapısı.

 

Ve dahası, Avrupa entegrasyonunun üçüncü ülkelerle olan ilişkilerini iş birliği yoluyla düzenlemeyi amaçladığını ciddi olarak söylememeliyiz. Genel olarak, Toplulukların yaratılmasından hemen sonra, dış ilişkilerinin en önemli yönü, katılımcı ülkelerin sömürge bağımlılığından henüz kurtulmuş olan "üçüncü dünya" devletlerindeki konumlarının restorasyonuydu. İlk AB ticaret anlaşması, Batı Afrika'daki bir grup eski Fransız kolonisi ile imzalandı ve buradaki metropolün ekonomik konumunu korumayı amaçladı.

 

Daha sonra, katılımcı ülkeler Brüksel'deki kurumlarına bir başka önemli görev daha verdiler - ekonomik alanda SSCB'ye karşı koymak, Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi ülkelerinin gelişimini engellemek, SSCB ve müttefiklerine karşı resmi ve gayri resmi yaptırımları koordine etmek ve daha sonra tek tek ülkelerle ayrı ticaret anlaşmaları imzalama girişimleriyle CMEA'nın bütünlüğünü baltalamak. Bu nedenle AB, doğu bloğunun yakın çöküşünün çok muhtemel hale geldiği 1980'lerin ikinci yarısına kadar, sürekli olarak çağrıda bulunmalarına rağmen, CMEA veya SSCB ile genel bir anlaşmayı kabul etmeyi oldukça tutarlı bir şekilde reddettiler.

 

Soğuk Savaş bittikten sonra bile AB'den bir "barış projesi" olarak söz edemeyiz. AB ülkelerinin bu tarihsel dönemdeki faaliyetlerinin sonuçlarından biri de bu arada, birkaç gün önce Kaliningrad geçişi çevresinde ortaya çıkan çatışmaydı. Sovyet etki alanının ve ardından SSCB'nin çöküşünden sonra, Batı Avrupa ülkeleri, Doğu Avrupa'daki “Sovyet mirasının” oldukça agresif bir gelişimi için bir yol belirledi ve böyle bir politikayı uygulama sürecinde, Doğu'daki en büyük ortakları olmasına rağmen, Rusya'nın çıkarlarını asla düşünmediler. AB'nin genişlemesinin Rusya'nın çıkarları aleyhine gerçekleştirildiği gerçeği artık neredeyse hiç kimse tarafından gizlenmiyor. AB ülkelerinin 2003'ten sonra eski SSCB'nin batı kesiminde Rusya sınırında ortaya çıkan diğer devletlerle ilgili olarak benimsediği politikadan bahsetmiyorum bile.

 

İkinci önemli mesele ise bu birlikteliğin genişletilmesi ve yeni ülkelerin de buna dahil edilmesi konusu ile ilgilidir. Oldukça uzun bir süredir, AB’ye katılımcı ülke sayısındaki artışın, belirli bir ülkenin belirli bir “altın standardı” karşılama yeteneğinin nesnel bir değerlendirmesine dayanan rasyonel bir hesaplamanın sonucu olduğu fikri hakimdi. Günümüzde ise durum hiç böyle değil- 1973'te Danimarka ve Büyük Britanya'nın Avrupa Topluluklarına girişi dışında, diğer tüm genişleme dalgaları aday ülkelerin ekonomik hazırlık derecesini hesaba katmadı. 

 

Bu, hem Yunanistan'ın 1981'de AB'ye katılımı için hem de 1986'da İspanya ve Portekiz için daha da geçerlidir. Belli bir ölçüde, Avusturya'nın Avrupa Birliği'ne katılımının, Ancak, Doğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra Kıbrıs ve Malta'ya yönelik bir sonraki büyük ölçekli genişleme, AB içinde ekonomik uyumun korunmasından bahsetmek için artık gerekli olmayan siyasi bir projey. Bu nedenle, gelecekte 5-7 yıl içinde var olup olmayacağı genellikle bilinmeyen Ukrayna'ya ve şu anda Avrupa'nın en fakir ülkesi olarak kabul edilen Moldova'ya aday ülke statüsü verilmesi, tamamen mantıklı olarak kabul edilebilir. Batı Avrupa ülkelerinin 40 yıl önce ekonomik olarak geri kalmış Yunanistan'ı saflarına davet ederek girdiği yol bu.

 

Sonuç olarak,

Avrupa entegrasyonunun her zaman yeni bölgelerin kaynak geliştirmesi ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa'daki etkisinin güçlendirilmesi ve İngiltere'nin AB'den çıkışının yanı sıra uzun vadeli özel konumunun hedeflerinin peşinde olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bir entegrasyon mümkün.

 

Ve son olarak, Avrupa entegrasyonu hakkındaki üçüncü ortak durum, onun yasal ve kurumsal doğasıyla ilgilidir. Evet, gerçekten de, on yıllar boyunca, Avrupa Birliği kendi yasal normları ve kurumlarından oluşan çok kapsamlı bir sistem yaratarak, en önemli sorunları devlet hukuku düzeyinde değil, hukukun üstünlüğü düzeyinde çözme konusunda güçlü bir yanılsama yaratmıştır.

 

Ancak, AB'deki tüm kararların, katılımcı ülkelerin bireysel güç (demografik ve ekonomik) kapasitelerinin karşılaştırılması temelinde ele alındığını  unutmamalıyız. Ve bu anlamda, en büyük ülkeler için siyasi çıkar, uygulama için sürekli olarak tüm yollara sahipti. Yani Avrupa Birliği'nde Almanya, Fransa gibi ülkelerin çıkarlarını büyük ölçüde karşılamayan hiçbir norm ve kural yoktur. Bu özellikle son 15 yılda belirgin hale geldi.

 

Özetle, modern koşulların Rusya sınırlarının batısında yer alan olgunun gerçek doğasını çok daha net görmemizi sağladığını söyleyebiliriz. Ve önümüzdeki yıllarda Avrupa ülkeleriyle ekonomik ve siyasi ilişkiler sınırlı olacak olsa bile, birleşmelerinin nasıl geliştiğinin daha iyi anlaşılması, gerçek tarihsel beklentilerinin daha yeterli bir şekilde değerlendirilmesine yardımcı olacaktır. 

 

Rusya, dünyadaki pek çok ülke ve kişi gibi, oldukça uzun bir süredir Avrupa'yı olduğu gibi yargılama fırsatına ve arzusuna sahip değildi. Münhasıran yeni tarihsel çağda, çoğunlukla kendi çabalarımızla oluşturulmuş mitleri ve yanılsamaları yeniden üretme ihtiyacından kurtulduk.

 

5 Temmuz 2022, Lüksemburg

 

 

 

Empfehlen Sie diese Seite auf:

Druckversion | Sitemap
{{custom_footer}}