Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -
      Europäische Institut für Menschenrechte - Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu -

Siyonizm'den İsrail Devleti'ne giden yol

Siyonizm'den İsrail Devleti'ne giden yol

 

 

Prof. Dr. Dr. Ümit Yazıcıoğlu

 

1.) Giriş

 

Avrupa'nın 19. yüzyılın sonlarındaki antisemitizm dalgalarının gölgesinde, Yahudi ulusal hareketi olan Siyonizm'in temelleri atılma-ya başlandı. Bu hareket, Yahudilerin tarihsel vatanı Filistin'e geri dönüşlerini savunurken, Siyonizm'i te-tikleyen ana etkenler nelerdir? Holokost'un traje-disi, Rusya'daki baskılar mı, yoksa bu harekete yön veren diğer sosyal ve siyasi etmenler mi? Diasporanın başlangıcından bu yana, Kudüs Tapınağı'nın yıkılmasından itibaren, Yahudiler binlerce yıl süresince tarihi vatanlarına duydukları özlemi sürdürdüler. Theodor Herzl, modern Siyonizm hareketinin öncüsü olarak, hem bu tarihsel bağın hem de yaşadığı antisemitizm deneyimlerinin etkisiyle düşüncelerini oluşturdu. Ancak Siyonizm'i sadece politik bir hareket olarak değerlendirmek eksik olurdu. Yahudi kültürel ve dini unsurlarının da Siyonizm'in evriminde önemli bir yere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Dini Siyonizm, Filistin'e geri dönüşün sadece ulusal bir gereklilik değil, aynı zamanda dini bir özlem olarak da görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu çalışmam, Siyonizm'in çeşitli yönlerini ve tarihi derinliklerini ele alarak, bu hareketin arkasında yer alan itici güçleri aydınlatmayı hedeflemektedir. Modern İsrail Devleti'nin kuruluşunda neyin etkili olduğunu ve Siyonizm'in hangi faktörlerden beslendiğini detaylı olarak inceleyeceğiz.

 

Yirminci yüzyılın başlangıcında, Ortadoğu, ulusal hareketlerin yükselmesiyle birlikte siyasi ve sosyal dinamiklerde önemli değişiklikler yaşamıştır. Bu değişikliklerin merkezinde, Siyonizm gibi etkileyici hareketler bulunmaktadır. Siyonizm'in doğuşu ve gelişimi, bölgesel ve uluslararası politikalarda belirleyici bir role sahip olmuştur. Bu inceleme, Siyonizm'in yükselişi, Yahudi-Arap ilişkileri ve İngiliz Mandasının rolü üzerinde durarak, bu dönemin tarihine ışık tutmayı amaçlamaktadır. 19. yüzyılın ortalarında Orta Doğu, Siyonist hareketin zirvesini yaşarken, bu dönem Yahudi tarihinde de önemli bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde meydana gelen olaylar, sadece bölgesel değil, uluslararası arenada da derin izler bırakmıştır. Bu yazım, Britanya'nın Filistin politikalarının nasıl evrildiğini, Siyonizm'in nasıl yükseldiğini ve Arap ile Yahudi toplulukları arasındaki ilişkilerin bu süreçte nasıl dönüşğünü detaylı olarak ele almaktadır. Bu kritik dönemde, iki milletin ve iki hayalin kesiştiği bu noktada yaşananları anlamaya çalışacağız.

 

2.) 19. Yüzyılın Sonlarından Filistin'e Göçün Engelleriyle Devlete Giden Yol

19. yüzyılın ortaları, tarihi ve coğrafi kesişmelerin bir örneği olarak Ortadoğu'nun kalbinde önemli bir dönüm noktasına tanıklık etti. Filistin topraklarında, yüzyıllar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bu kritik bölgede, uluslararası politikanın ve iki halkın - Araplar ve Yahudiler - hayallerinin ve umutlarının kesiştiği bir noktada, yeni bir devletin doğuşuna ve bir diğerinin ertelenmiş hayallerine tanıklık etti. Bu hikâye, sadece iki halkın değil, aynı zamanda uluslararası topluluğun ve onun bu tarihi olaydaki rolünün de bir yansımasıdır.

 

Antisemitizmin 9. yüzyılın sonlarındaki artışı yanıt olarak Siyonist, yani Yahudi ulusal Hareketi’nin doğuşunu gördü. Ancak, Filistin'e olan göç ve bu bölgedeki kalkınma, bazı zorluklarla karşılaştı.

 

İsrail Devleti'nin kuruluşunun arkasındaki itici güç nedir? Holokost trajedisine mi, Rus İmparatorluğu'ndaki Yahudi topluluğuna yönelik baskılara mı dayanmaktadır? Fransa'da yaşanan Dreyfus olayına mı, yoksa Karl Lueger'in Viyana'da anti-Semit bir belediye başkanı olarak seçilmesine mi? Belki de Rusya'dan gelen Yahudi sosyalistlerin eşit bir toplum yaratma ideallerine ya da Ortodoks Yahudilerinin milenyum süren sürgün sonrası mesih döneminin başlangıcına dair dini inançlarına dayanmaktadır. Cevap, bu faktörlerin hepsinin bir kombinasyonu olabilir.

 

Siyonizmin kökenini kesin bir tarihe oturtmak zordur. M.S. 70 yılında İkinci Kudüs Tapınağı'nın yıkılmasından çok önce, Mısır'dan Anadolu'ya kadar olan bölgedeki diasporada Yahudiler bulunmaktaydı. Tarihi ve dini merasimlerinin kaybı ve siyasi bağımsızlıklarının sona ermesiyle, diaspora içerisinde ideal bir toplum oluşturmuşlardır. Fakat tarihi anavatanlarına olan derin bağlılıklarını hiçbir zaman yitirmediler. Kudüs'ün, daha sonra "Siyonizm" terimiyle adlandırılan Siyon Dağı'nın sembolize ettiği topraklarına geri dönmek için sürekli dua ettiler. Bu topraklara dönüşü lirik bir şekilde tasvir ederek, zaman zaman Avrupa, Afrika ve Anadolu'daki evlerini terk ederek İncil'deki topraklara taşındılar. Burada yaşamak için değilse bile, en azından son nefeslerini vermek için.

 

Modern Siyonizm hareketinin başlangıcı, teorik zeminini "Yahudi Devleti" adlı eseriyle oluşturan Theodor Herzl'in liderliğinde Ağustos 1897'de Basel'de gerçekleşen ilk Siyonist Kongresi ile ilişkilendirilebilir.

 

3.) Siyonist Siyasi Hareketinin Tarihsel ve Kültürel Kökenleri

1860 Budapeşte doğumlu olan Theodor Herzl, edebi ve gazeteci kariyerinde önemli bir isim haline gelmişti, özellikle evlat edindiği Viyana'da, “Neue Freie Presse” gazetesinin editörlüğünü üstlenen Herzl, edebi arenada da etkili bir isimdi. Ancak, onun Yahudilikle olan ilişkisi, kişisel yaşantısındaki bazı seçimlerden - sünnet olmamış bir çocuğa sahip olması ve nadiren sinagog ziyaretleri gibi - dolayı sorgulanabilir gibi görünüyordu. Fakat, Herzl, çevresindeki toplumun onu öncelikle bir Yahudi olarak görmesinin farkına vardığında, Yahudilerin ulusal kimlik oluşturma ihtiyacına dair derinlemesine bir kavrayışa ulaştı.

 

Avrupa'nın bazı kesimlerinde yaşanan artan antisemitizm, Herzl'in Siyonizm fikrini daha da güçlendirdi. Paris'te 1894'te Alfred Dreyfus'un haksız yere mahkûm edilmesi ve 1897'de Karl Lueger'in Viyana belediye başkanı olarak seçilmesi, anti-Semitizmin Avrupa genelindeki yükselişini temsil ediyordu. Bu olaylar, Herzl'in Siyonist yaklaşımını önemli ölçüde etkiledi ve modern bir Yahudi devletinin kurulmasının gerekliliği konusunda onu daha da ikna etti. Ancak, Siyonist hareketin kökleri sadece bu deneyimlerle sınırlı değildi. Herzl ve onun takipçileri, özellikle Doğu Avrupa'dan gelen birçok Yahudi ile ortak bir toplumsal ve kültürel kimliği paylaşıyordu. Bu Yahudiler, dini bir topluluk olarak değil, aynı zamanda tarihsel ve ulusal bir kimlik olarak Yahudiliği görüyorlardı. Bu, onların tarihsel süreç içerisinde geliştirdiği derinlemesine kültürel bir kimliğin yansımasıydı.

 

Herzl'in Siyonist vizyonu, zamanla, Yahudilerin tarihsel ve duygusal olarak bağlı oldukları İsrail topraklarına daha belirgin bir şekilde odaklandı. Bu topraklar, Yahudi tarihinin üç bin yıl öncesine dayandığı ve Yahudilerin tarihsel olarak yerleşme hakkına sahip oldukları kritik bir bölgeydi. Netice olarak, Siyonizm hareketinin doğuşu ve gelişimi, tarihsel olayların, bireysel deneyimlerin ve kültürel kimliğin birleşiminden doğmuştur. Bu hareket, Avrupa'da yaşanan antisemitizmin artışına bir yanıt olarak doğmuş olabilir, ancak kökleri çok daha derin, geniş bir tarihsel ve kültürel zemine dayanmaktadır. Bu nedenle kültürel Siyonizm’in temelleri ve anahtar figürlerini İrdelememiz gerekir.

 

4.)  Kültürel Siyonizmin Temelleri ve Oyuncuları

Birçok eğitimli birey dindar olmamalarıyla birlikte, Yahudiliklerini daha çok kültürel bir kimlik olarak görüyorlardı. Bu kimlik, İbrani dilinin sadece bir ibadet dili olarak değil, aynı zamanda modern bir yazı ve konuşma dili olarak yeniden canlandırılması anlamına geliyordu. Bu yenilikçi perspektife sahip olan İbrani aydınlar, Yahudiliğin temsilini anti-Semitizmin karşıtı bir tepki olarak değil, Filistin'in bir entelektüel merkez olma ihtiyacına dayandırdılar. Onlar için Filistin, modern bir İbrani dilinin konuşulduğu, kültürel asimilasyona direnen bir merkez olmalıydı.

 

Bu hareketin öne çıkan temsilcilerinden biri, Ascher Ginsberg idi, ancak daha çok "Achad Ha'am" yani "Halktan Biri" olarak tanınıyordu. Ginsberg, Herzl'in Avrupa ideallerini Ortadoğu'ya aktarma çabasını eleştiriyordu. Herzl, bu harekete rağmen, İbrani dilini ve kültürünü özümsememekte ısrar etti, bu da onun Ginsberg'in kültürel Siyonizm yaklaşımıyla sık sık karşı karşıya gelmesine neden oldu.

 

Ancak, ne Herzl ne de Achad Ha'am, Filistin'deki Arap nüfusunun varlığını tam anlamıyla dikkate almıştı. Herzl, yeni göçmenlerin Avrupa kültürünü taşıyarak geldikleri zaman bu nüfus tarafından sıcak bir şekilde karşılanacağına inanıyordu. Ancak, Achad Ha'am, bu yeni göçmenlerin ve yerel Arap nüfusu arasında potansiyel bir çatışma olabileceği konusunda ısrarla uyarıda bulunuyordu.

 

5.) Dini Siyonizmin Evrimi ve Onun Siyonist Düşünce İçindeki Yeri

Siyonizm hareketinin evriminde, Herzl'in siyasi yaklaşımının ve Achad Ha'am'ın kültürel perspektifinin yanı sıra, dini motivasyonlara dayanan bir Siyonizm formu da mevcuttur. Ancak, başlangıçta bu yönü destekleyen inançlı Yahudiler azınlıkta kaldı, zira genel kabul gören görüş, Mesih'in geri dönüşüyle Yahudilerin Kutsal Topraklara döneceği idi. Bu kontekste, Herzl veya Achad Ha'am'ın mesihçi figürler olarak görülmediğini belirtmek önemlidir.

 

Dini Yahudi cemaatinin tepkisini gösteren önemli bir olay, Alman Hahamlar Birliği'nin, Herzl'in önceden planladığı gibi ilk Siyonist Kongre'nin Münih'te yapılmasına karşı çıkmasıdır. Onlara göre, Alman vatandaşı olan Yahudilerin Orta Doğu'ya göç etme amacı yoktu ve bu tür bir aktif dönüş, teolojik açıdan Yahudi doktrinine aykırıydı.

 

Bununla birlikte, Orta ve Doğu Avrupa'daki Ortodoks Yahudi topluluğunda farklı bir tepki gözlendi. Bazı hahamlar, Siyonizm'in, pogrom tehdidi altında yaşayan Yahudilere hayatlarını kurtarma potansiyeli nedeniyle kabul edilebilir bir hareket olduğunu savundular. İnsan hayatının kurtarılmasının Yahudi inancında yüce bir ilke olduğu göz önüne alındığında, bu yaklaşımın Mesih'in geri dönüşünün beklentisini hızlandırabileceği argümanı öne sürüldü.

 

1904 yılında Herzl'in vefatının ardından, Siyonizmin üç belirgin eğilimi ortaya çıkmıştı: Siyasi Siyonizm, Filistin'de bir Yahudi yurdunun kurulmasını savunarak uluslararası diplomatik ilişkiler yoluyla bu hedefi gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Kültürel Siyonizm, diasporadaki Yahudi kimliğinin korunması ve güçlendirilmesi için İbrani kültürünün canlandırılması gerektiğini savunuyordu. Dini Siyonizm ise, inançları ve dualarındaki Siyon sevgisini, insani kurtuluş amacıyla birleştirerek dini bir perspektiften hareketin önemini vurguluyordu.

 

6.) Sosyalist Siyonizm ve Milliyetçi Siyonizm Akımlarının Tarihsel Arka Planı ve Temsilcileri

Yirminci yüzyılın başlarında Siyonizm hareketi içinde iki belirgin akım ön plana çıktı: Sosyalist Siyonizm ve Milliyetçi Siyonizm. Sosyalist Siyonizm, özellikle Doğu Avrupa kökenli Siyonistler arasında popülerdi. Kapitalist sistemin eleştirilmesi ve kolektif tarım yerleşimlerinin kurulması gibi sosyalist ideallere sıkı sıkıya bağlıydılar. Bu idealler, kibbutzlar şeklinde gerçekleştirildi, böylece Filistin sadece tarihi ve dini nedenlerle değil, aynı zamanda sosyalist deneylerin uygulanabileceği bir bölge olarak da görüldü. Bu akımda, Rusya'daki Sosyal Devrimci hareketin fikirleri Siyonist düşünceyle birleşti. David Ben-Gurion, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu akımın önde gelen liderlerinden biri haline geldi.

 

Öte yandan, Milliyetçi veya daha bilinen adıyla Revizyonist Siyonizm, hareketin burjuva ve sosyalist karşıtı kesimini temsil ediyordu. Vladimir (Ze'ev) Jabotinsky bu hareketin en tanınmış figürlerinden biriydi. Jabotinsky, başarılı bir gazeteci, yazar ve çevirmen olarak Rus edebiyat çevrelerinde isim yapmıştı. Karizmatik hitabeti sayesinde kısa süre içerisinde geniş bir takipçi kitlesi edindi; bu takipçilerinin çoğu iki savaş arasındaki dönemde Polonya'nın Yahudi orta sınıfından oluşmaktaydı.

 

7.) Filistin'deki Ulusal Yerleşim ve Siyasi Çözümlenmesi

20. yüzyılın başlarında, Siyonizm hareketi içerisinde, partisel çıkarların ötesine geçmeyi amaçlayan, liberal bir yaklaşımı temsil eden “Genel Siyonistler” olarak adlandırılan bir siyasi akım meydana geldi. Bu hareketin öne çıkan isimlerinden biri, Birinci Dünya Savaşı sürecinde kimyager olan Chaim Weizmann'dı. Siyonizmin siyasi arenada tanınmasının ilk adımı, Weizmann'ın İngiliz siyasetçilere olan bağlantıları ve savaş için önem arz eden bir kimyasal maddeyi keşfi sayesinde Kasım 1917'de atıldı.

 

Bu tanınma, Balfour Deklarasyonu ile manifest oldu. Bu deklarasyon, İngiltere'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun sona ermesiyle beraber, Fransa ile birlikte Ortadoğu'yu etki alanlarına göre böldüğü Sykes-Picot Anlaşması'na atıfta bulunarak, Yahudilere "Filistin'de ulusal bir yuva" vaadinde bulunmasını içeriyordu. Bu vaadin belirsizliği, Siyonistler için büyük bir gücün ilk defa resmi tanınmasını simgeliyordu. Ancak, bu deklarasyonun getirdiği belirsizliklerle Siyonistler, Balfour'un bu vaadinin çok geniş yorumlara açık olduğunu gördüler. "Filistin'de ulusal bir yuva" ifadesi, ne kadar geniş bir alana işaret ediyordu? Bağımsız bir devletin temelleri mi atılıyordu yoksa sınırlı bir özerklik mi? Filistin'in coğrafi sınırları neydi? Başlangıçta, günümüzdeki Ürdün, "Mavera-i Ürdün" olarak kabul ediliyordu, ama sonrasında bu sınırlar değiştirildi. "Filistin'de" ifadesi, tam olarak hangi bölgeye işaret ediyordu; sadece dar bir kıyı şeridi mi, yoksa tüm bölge mi?

 

8.) İngiliz Mandası Çerçevesinde Filistin ve Yahudi Topluluğunun Evrimi

1917'nin Aralık ayında, General Edmund Allenby'nin liderliğindeki Britanya kuvvetleri, Kudüs'ü Osmanlı İmparatorluğu'ndan aldı ve kısa süre içinde Filistin'in tamamını ele geçirdi. Bu askeri zafer, İngiliz ve Fransız güçlerinin, Osmanlı'nın Orta Doğu'daki varlığını sonlandırarak bölgeyi kendi aralarında nasıl paylaşacaklarına dair önemli diplomatik müzakereleri tetikledi. Bu müzakerelerin bir sonucu olarak Sykes-Picot Anlaşması imzalandı; bu anlaşma, Fransa'ya Anadolu'nun güneyinden başlayarak Musul, Akka ve Şam'ı içine alan bölgelerin kontrolünü, Britanya'ya ise Amman'dan Bağdat'a uzanan geniş bir bölgenin yönetimini veriyordu. Bu paylaşım planı, Filistin'de kutsal sayılan bazı bölgelerin uluslararası gözetim altında olmasını da öngörüyordu.

 

Britanya'nın bölge üzerindeki hakimiyeti sadece stratejik veya siyasi değil, aynı zamanda etik ve ideolojik bir sorumluluğu da beraberinde getirdi. İngiliz yönetimi, Araplara ve Yahudilere çeşitli vaatlerde bulundu. Bu vaatlerin en bilineni, Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri Henry MacMahon'un, Mekke Şerifi Hüseyin'e olası bir Büyük Arap Krallığı hakkında yaptığıdır. Ancak bu tür yazışmaların içeriği, özellikle Filistin'in bu olası Arap devletinin sınırları içinde olup olmadığı konusunda, belirsizliklerle doludur.

 

İlerleyen dönemde, Siyonist hareketin diplomatik girişimleri, uluslararası alanda dikkate alındı. 1920 San Remo Konferansı, Balfour Deklarasyonu'nda ifade edilen taahhütleri teyit ederek, Filistin üzerindeki İngiliz mandasını resmileştirdi. Bu, Britanya'nın Yahudilere, uluslararası bir yasal çerçevede bir ulusal yurt vaadini somutlaştırmış oldu. 1920 ile 1922 yılları arasında, İngiltere'nin Filistin'deki otoritesi kademeli olarak kuruldu ve bu sürecin sonunda Britanya, ilk Yüksek Komiser olarak Herbert Samuel'i atadı. Samuel, Siyonizme olumlu bir yaklaşım sergileyen bir Yahudi'ydi, bu da birçok Siyonist'in Filistin'deki geleceği hakkında umutlu olmasına neden oldu. Ancak, İngiliz hükümetinin içerisindeki bazı fraksiyonlar ve özellikle de Sömürge Bakanı Winston Churchill, Filistin'in tamamen bir Yahudi devleti olmasına karşı çıktılar. Bu yaklaşım, 1922 tarihli Beyaz Kitap ile somutlaştı ve Yahudi göçüne belirli sınırlamalar getirildi.

 

Özetle, İngiliz Mandası döneminde Filistin, uluslararası siyasetin ve yerel dinamiklerin kesişim noktasında bulunmaktaydı. Hem Yahudi hem de Arap toplulukları, kendi ulusal ve kültürel hedefleri doğrultusunda, bölgede bir yer edinme mücadelesi verdiler. Bu süreç hem bölgesel hem de uluslararası siyasette önemli sonuçlara yol açmıştır.

 

9.) Siyonist Hareketin Evrimi ve Filistin'deki Şiddetin Tetikleyicileri

20 yüzyılın başlarında, Siyonist hareket giderek daha fazla destek kazanmaya başladı. 1929'da Yahudi Ajansı'nın kurulması, Filistin'deki Yahudi topluluğunun, göç, toprak edinme ve kültürel gelişimle ilgili meselelere daha organize bir şekilde eğilmesini sağlamıştır. Ancak, bu olumlu gelişmeler 1929 Wall Street borsa çöküşüyle gölgelendi ve Filistin'deki ekonomik büyüme üzerinde olumsuz bir etkisi oldu.

 

1929'da yaşanan bu ekonomik gerileme, aynı yılın Ağustos ayında, Filistin'deki Yahudi ve Arap toplulukları arasındaki gerilimin tırmanmasına neden oldu. İkinci Tapınağın kalıntılarından geriye kalan Batı Duvarı veya Ağlama Duvarı, Yahudilikte kutsal bir mekân olarak kabul edilir. Ancak, bu duvarın yakınlarında yapılan Arap inşaat çalışmaları, Yahudi topluluğunda büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Protestolar hızla artarken, Arap topluluğunun da karşı protestoları başladı. Bu, 23 Ağustos'ta tansiyonun son derece yükseldiği ve şiddet olaylarının başladığı bir noktaya geldi. Olayların sonucunda birçok Yahudi ve Arap hayatını kaybetti ve yaralandı.

 

Bu olaylar, Filistin'deki Yahudi ve Arap toplulukları arasında, daha önce bu ölçekte yaşanmamış bir şiddetin ortaya çıkmasına neden oldu. Kudüs Müftüsü ‘nün bu şiddet eylemlerini desteklemesi, 1930'ların sonlarına doğru Filistin'deki siyasi atmosferi daha da gerdi.

 

Buna ek olarak, 1930'larda Almanya'da Nazilerin iktidara gelmesi, Yahudi topluluğunu yeni bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı. Bu, Filistin'e olan Yahudi göçünün büyük ölçüde artmasına neden oldu. Ancak, bu göç dalgasının en üst noktasına ulaşğı dönemde, İngilizlerin getirdiği sınırlamalar, göçmenlerin Filistin'e gelişini engelledi. Ayrıca, 1936'da başlayan Arap isyanı, İngiliz manda yönetiminin göç politikalarını daha da sınırlamasına yol açtı. Bu, Kudüs Müftüsü ‘nün Siyonist projenin tamamen iptal edilmesi gerektiği yönündeki talepleriyle örtüşüyordu.

 

10.) İngiltere'nin Ortadoğu Politikası ve Filistin Sorunu

20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere, Ortadoğu'daki dengeleri koruma gayesiyle karmaşık bir dizi politik kararla karşı karşıya kaldı. 1917'de ilan edilen Balfour Deklarasyonu, Yahudi ulusal yurdunun Filistin'de kurulması yönündeydi. Ancak Avrupa'da yükselen antisemitizm dalgası, bu taahhüdü daha da önemli hale getirdi. Bununla birlikte, küresel arenada faşist hareketlerle artan bir çatışma söz konusu olduğunda, İngiliz hükümeti Arap dünyasıyla olan ilişkilerini sarsmak istememekteydi. Bu zorlu dönemde, İngiltere'nin Ortadoğu'da Yahudi ve Arap toplulukları arasında nasıl bir denge kurması gerektiği konusundaki stratejik değerlendirmesi, 1930'ların ve 1940'ların başlarında belirgin bir şekilde ortaya çıktı.

 

1936'da meydana gelen Arap isyanının ardından, İngiliz yönetimi altında Lord William Peel'in liderliğinde bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, Filistin meselesini derinlemesine inceledi ve 1937'de detaylı bir rapor hazırladı. Rapor, İngiliz hükümetinin hem Arap topluluğa hem de Yahudi topluluğa verdiği vaatlerin, tek bir devlet yapılanması altında yerine getirilemeyeceği sonucuna vardı. Böylece, Filistin'in Arap ve Yahudi toplulukları arasında iki manda bölgesine bölünmesi fikri, Peel Komisyonu tarafından resmi olarak gündeme getirildi.

 

Ancak bu öneri, başından itibaren karışık tepkilerle karşılaştı. Siyonist Kongre, belirtilen bölgede bir devlet kurma olasılığını araştırma yönünde eğilim gösterirken, Arap liderlik, öneriyi kesin bir dille reddetti ve Arap çoğunluğunun devam ettiği bir Filistin'de göçün sonlandırılmasını talep etti.

 

İngiliz hükümeti, kararlı bir yaklaşım sergileyemedi ve Peel Planı'nın uygulanabilirliği üzerine yeni bir komisyon kuruldu. Ancak bu yeni komisyonun faaliyetleri, Arap liderliğin boykotuyla karşılaştı. 1938'de Woodhead raporu, Filistin'in bölünmesi fikrini gerçekçi olmadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Buna rağmen, sadece birkaç gün sonra, İngiliz kabinesi bölünme kararını reddetti, böylece bölgedeki karmaşık politik durum devam etti.

 

11.) II. Dünya Savaşı Döneminde Filistin ve Yahudi Diasporası Üzerine Değerlendirmeler

Britanya Parlamentosu'nun Filistin meselesini ele aldığı dönemde, Avrupa'da, özellikle Almanya'da, Yahudi topluluğuna yönelik dramatik baskılar ve zulümler yaşanmaktaydı. Bu dönemde, Alman yönetimi Yahudi sinagoglarını hedef aldı ve çok sayıda Yahudi'yi toplama kamplarına gönderdi. Filistin ise, bu baskı altında bir sığınak olarak görülen bir ülke olmasına rağmen, göç politikalarında sınırlamalara gitti.

 

1939'da Londra'da gerçekleştirilen Yuvarlak Masa Konferansı hem Siyonistler için hem de genel olarak Avrupalı Yahudi topluluğu için tarihsel bir anlam taşımaktadır. Bu konferansın sonucu olarak, İngiliz yönetiminin Filistin politikası, 1939 tarihli beyaz kitapta detaylarıyla sunuldu. Kitap, Balfour Deklarasyonu'nu baz alarak, Arap halkının çıkarlarını gözetme niyetini vurguladı ve yaklaşık bir on yıl içinde Filistin'e bağımsızlık verilmesi planlandı. Bu bağlamda, beş yıl süreyle belirlenen 75.000 Yahudi göçmeni kotası belirlendi. Ancak, bu sürenin sonunda Arap liderlerinin onayı olmaksızın yeni Yahudi göçmenlerinin ülkeye girişi öngörülmedi. Ayrıca, Yahudi topluluğuna toprak satışı da kısıtlandı.

 

Bu politik değişiklikler, Weizmann başta olmak üzere Siyonist hareketin liderleri için büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Bu durum, Yahudi çıkarlarının ve tehdit altındaki Avrupalı Yahudi topluluğunun, İngiliz hükümeti nezdindeki zayıf konumunu göstermekteydi. Bu politikaların 1944'e kadar uygulanması, Avrupa'daki Yahudi topluluğunun dramatik şekilde azalmasına neden oldu. David Ben-Gurion'un bu durumu değerlendirirken dile getirdiği, "Halkımız hâlâ var olacak mı?" sorusu, bu trajik dönemin zorluğunu vurgulamaktadır.

 

Siyonist liderler, II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz mandasını destekleme kararı aldılar. Ancak, İngiliz yönetimi, Orta Doğu'da müttefik arayışında Arap devletleriyle ilişkilerini güçlendirmeyi tercih etti. Kudüs Baş Müftüsü ‘nün 1941'de Hitler ile olan görüşmesi ve ardından Alman radyolarında yaptığı konuşmalar, Arap dünyasının bazı kesimlerinin Nazi Almanyası ile ilişkilerini güçlendirdiğini göstermekteydi. Bu dönemde, Rommel'in Kuzey Afrika'da ilerleyişi, Filistin'deki Yahudi topluluğunu savunma konseptlerini geliştirmeye itti.

 

1942'de New York'taki Biltmore Oteli'nde düzenlenen konferans, Siyonizmin yeni stratejik yaklaşımını belirledi. Bu program, 1939 tarihli İngiliz Beyaz Kitabı'nı reddetti ve Yahudilerin bağımsız bir devlete sahip olma haklarını kuvvetle savundu. Ancak, Nazi Almanyası'na karşı savaşın devam ettiği bu dönemde, Siyonist hareketin İngiliz yönetimine karşı politik manevra alanı oldukça sınırlıydı. Savaşın sonunda ise bu ilişki, daha konfrontatif bir aşamaya geçti.

 

12.) Siyonist Hareketin İngiliz Mandasına Tepkisi: Göç ve Direnişin İzinde

İlk olarak, Siyonist direnişin önemli bir özelliği, İngiliz mandası döneminde Filistin'e yasa dışı Yahudi göçünü desteklemek ve organize etmekti. 1946 yılında bu göç hareketleri, aylık olarak binlerce mülteciye ulaştı. Ancak İngiliz otoriteleri, bu hareketi denetim altına almayı amaçladı ve sonuç olarak 26.000'den fazla Yahudi mülteciyi Kıbrıs'taki toplama kamplarında tuttu. "Exodus 1947" gemisiyle seyahat eden ve büyük oranda Holokost'tan kurtulan 4.500 mültecinin durumu, uluslararası arenada ciddi tepkilere yol açtı.

 

Yasa dışı göç organizasyonunun ötesinde, Siyonist hareket, İngilizlerin Filistin politikalarına doğrudan eylemlerle tepki gösterdi. 1946'nın yaz aylarında, bu tepkiler en şiddetli noktasına ulaştı. İngiliz otoritelerinin 29 Haziran 1946'da gerçekleştirdiği baskınlar, Irgun örgütünün 22 Temmuz 1946'da Kudüs'te bulunan King David Oteli'ne gerçekleştirdiği bombalı saldırıyı tetikledi, bu saldırıda 91 kişi hayatını kaybetti.

 

II. Dünya Savaşı'nın bitiminden yaklaşık iki yıl sonra, İngiliz yönetimi, Filistin'deki artan direniş karşısında mandanın devam ettirilmesinin zor olduğunu kabul etti. Bu, Filistin'in geleceğini belirleme görevinin, Birleşmiş Milletler ‘in yetki alanına taşındığı anlamına geliyordu.

 

13.) Birleşmiş Milletler ‘in Filistin Kararı ve İsrail Devleti'nin Kuruluşu

1947'nin son günlerinde, tüm dünya Birleşmiş Milletler ‘in tarihi kararını bekliyordu. Filistin'deki karışık etnik yapı ve süregelen gerilim, Birleşmiş Milletleri Filistin'in bir Yahudi ve bir Arap devletine ayrılması konusunda karar almaya zorladı. Ancak, bu bölünme kararı fiilen sadece Yahudi devletinin kurulması yönünde uygulandı. Arap liderler ve toplulukları, özellikle Filistinli Araplar, böyle bir bölünmeyi kabul etmediler. Bu da planlanan Arap devletinin kurulmamasına yol açtı.

 

14 Mayıs 1948'de, İsrail Devleti'nin ilan edilmesi, Ortadoğu'da yeni bir dönemin başlangıcını simgeliyordu. David Ben-Gurion, bu tarihi anı Tel Aviv'deki Dizengoff Evi'nde (şimdi Bağımsızlık Evi olarak adlandırılır) duyurdu. Ancak bu ilanın ardından sadece birkaç saat içinde, komşu Arap ülkeleri İsrail'e savaş ilan etti. İsrail'in kurulduğu ilk yıllarda yaşanan bu gerilim, David Ben-Gurion'un içinde hem bir zaferin coşkusunu hem de derin bir endişeyi barındırıyordu. O dönemi, "Ülkede kutlamalar ve büyük bir sevinç var, ancak ben içimde büyük bir yas hissediyorum" sözleriyle anlatmıştı. Bu, yeni kurulan devletin karşılaşğı zorlukları ve belirsizlikleri gösteren bir ifadeydi.

 

İsrail'in kuruluşunun ardından yaşanan bu ilk savaş, devletin sınırlarının şekillenmesinde önemli bir role sahipti. Kudüs, savaşın en büyük çekişme noktalarından biri oldu. İsrail, şehrin batısını ele geçirirken, tarihi ve dini öneme sahip Eski Şehir, 1967 yılına kadar Ürdün'ün kontrolünde kaldı. Savaş sırasında ve sonrasında, birçok Filistinli evlerini terk etti ya da etmek zorunda kaldı. Bu, Filistin sorununun kökenlerinden biridir ve günümüzde de bu sorunun çözülmemiş olması, Ortadoğu'da süregelen bir gerilim kaynağıdır. 1947 ve 1949 yılları arasında, yaklaşık 600.000 ila 760.000 Filistinli evlerini terk etti. Bu olaylar, Arap dünyası için "Nekba" (felaket) olarak adlandırılırken, İsrail için, uzun süren sürgünün ardından beklenen devlete dönüşün sembolü oldu.

 

14.) Sonuç

20. yüzyılın başlangıcında, Avrupa'nın birçok köşesinde antisemitizm rüzgarlarının esmesi, Yahudi toplumunda tarihsel anavatanları olan Filistin'e dönme arzusunu artırdı. Siyonizm, bu arzunun bir yansıması olarak doğdu ve hızla politik, sosyal ve dini boyutları olan kapsamlı bir harekete dönüştü. Tarih boyunca, Yahudilerin diasporada yaşarken tarihsel vatanlarına olan derin bağlarına tanıklık ettik. Theodor Herzl'in liderliğinde modern Siyonizm, bu bağın yanı sıra artan antisemitizmle de şekillendi.

 

Siyonizm, sadece siyasi bir hareket olmanın ötesinde, Yahudi kültürünün ve dini inancının da bir yansımasıydı. Bu makale, Siyonizm'in kökenlerini, evrimini ve bu hareketin arkasındaki itici güçleri incelerken, modern İsrail Devleti'nin kuruluşuna kadar olan süreçte hangi etmenlerin etkili olduğunu derinlemesine ele almaktadır. Aynı zamanda, Ortadoğu'daki siyasi ve sosyal dönüşümler ışığında Siyonizm'in yükselişini ve etkilerini değerlendiriyoruz. Siyonizm, sadece bir ulusal hareket olarak değil, aynı zamanda Yahudi kimliğinin, kültürünün ve tarihine olan bağlılığının bir yansıması olarak anlaşılmak zorundadır.

 

 

3 Ekim 2023, Duesseldorf

 

 

 

Empfehlen Sie diese Seite auf:

Druckversion | Sitemap
{{custom_footer}}